30 Aralık 2009 Çarşamba

2-0/1-0

Geçen sene bir arkadaşımı taklit edip, bir defter almıştım kendime.
İçine hedeflerimi yazmış, çantamdan da hiç çıkarmamaya gayret etmiştim. Tabii sürekli çanta değiştiriyor olduğumdan ara sıra fireler verilmiş, yıl sonunda da defter odamdaki çılgın çekmecemi boylamıştı.

Geçen hafta çekmecemden çıkarıp, okudum defterimi. Kısa hedeflerime göz attım.
Gerçekleştirdiklerimi görünce mutlu oldum.

Yeni bir ülke görme, yemek kursuna gitme, Ales’e girme gerçekleşen hedeflerimden bir kısmı:)/İnsan Ales’e gireceğim diye bir hedef koyar mı kendine demeyin, benim için sınava girmek de büyük bir başarıdır, zaten başlamak da bitirmenin yarısıdır:)

Tabii birkaç ütopik olanı gerçekleşmemiş ama olsun, ben onları da ısrarla az sora alacağım yeni bir deftere not edeceğim.

Bu seferse çantamdan hiç çıkarmayacağım ki, zaman zaman “ben gerçekleşmemiş bir hayalinim” diyerek,gözüme çarpsınlar motive etsinler beni.

Benim gibi gelecek konusunda plansız, oldukça da “hırs”sız ama hayatı anı anına güzel yaşama konusunda planlı olan herkese öneririm.

Ve geçen seneki yazımda da dediğim gibi yeni yıl hepimizin ortak doğum günü bence.
Bir yıl daha yaşlanıyoruz dememeli ama,yaş alıyoruz, güzel yollar da alalım inşallah:)

Sanki zaman geçtikçe daha huzurluyum, daha sakin, daha ne istediğini bilen.(belki de sadece bugün bir dava kazandığımdan mutlu da olabilirim)
Ya yaşlanıyorum, ya da başka bir şey.

Güzel yemekler pişirmek istiyorum yine,güzel şeyler yemek, yepyeni yerler görmek, denizin kenarında, içinde, dibinde, üstünde daha çok daha çok olmak, istiyorum. Kimse hastalanmasın, uzaklara gitmesin, işler hep yolunda gitsin,paralı,neşeli, hoş sürprizlerle dolu bir yıl olsun istiyorum.Bunları da hepimiz için diliyorum.

Bir de nedendir bilmiyorum, iyi olacak her şey hissediyorum.

Baksanıza Adı bile güzel bu yılın.
2-0,1-0.
Sanki maçları hep kazanacakmışız gibi.
Hepinize iyi seneler.
Fotoyu: Bahar'dan çaldım. Ama bu kurabiyelerin tıpa tıp aynısının yine, yeniden piştiği gerçeğini değiştirmez. Hele hele şu an masamda bir kutunun içinde mevcut olmadıklarını ve gelene gidene ikram edilmediğini sanıyorsanız, gerçekten yanılıyorsunuz.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Biraz Avatar, biraz Julie&Julia...

Ben Titanic’i seyretmedim. Yüzüklerin Efendisi serisini, Harry Potter’ı da bilmem.Matrix’ i bir İngilizce dersinde izlemiştim ve belki 4. sünü arkadaşlarım o gün ona gitmek istedi diye seyretmiştim.Twilight’ın kitabını okuyup, illa bir şeyler okuyacaksam daha faydalı şeyler okumaya karar vermiş,seriye devam etmemiş, New Moon’a da Kürşad tutturdu diye gitmiştim.

Ne“hasılat rekorları kıran filmlere gitmem” ne de “ben entelim sadece sanat filmleri izlerim” gibi bir iddiam yok. Ya denk gelmedim bunlara, ya da konuları ilgimi çekmedi. Heyecanı ve macerayı sevsem de, aklımın almadığına inanamıyorum sanırım.

Beklide hayal gücüm çok zayıf ve ben somut gerçeklerden hoşlanıyorum.Biraz da basit şeylerden.
Ama itiraf ediyorum. Avatar’a hür irademle gittim. Merak ettim. 1994 bu yana teknolojinin gelişimini bekleyen bir yönetmenin ortaya ne çıkardığını görmek istedim, 3d izlemek de ayrı bir heyecandı tabii. Netice de ben de pandoraya vuruldum, Kızılderililere benzettiğim navilerden olmak istedim, türümüz yenildi diye, sinemada, onca kalabalıkla birlikte, ben de derin bir “oh” çektim.2154 yılına bir gittim, sonra geri geldim.

Gerçekten sıkılırım böyle filmlerde, sürekli saate bakarım, ama bunu gözümü kırpmadan izledim.

Filmin %60’ının , özelliklede navilerin animasyon olduğuna inanmak oldukça güç.

Tavsiye ederim.İzleyin.

Diğer taraftan Pazar günü öyle bir film izledim ki, moralim bozuldukça seyredebilirim.

Konusunu anlatamam, beceremem zaten ama o filmde Bahar ve ben vardık, hayallerimiz, bir de tutkumuz vardı. O kadar söyleyeyim.

Çok güldüm, gerçek bir hikaye olması daha da çok sevmeme neden oldu.

Sadece Julie, Julia’yı sevmiş mi sevmemiş mi onu merak ettim. "Keşke karşılaşsalarmış" dedim.
İkisi de kahramanım oldu benim.

Bu filmi de izleyin. İzleyin.

Öperim.

25 Aralık 2009 Cuma

Bu Bir İyi Ki Doğdun Didem Yazısıdır!

Vee Didotti’nin doğum günü yok sandınız ama yanıldınız sayın seyirciler.O da doğdu bir kış günü, güzel bir kız çocuğu olarak.

Arkadaşlığımız onunla da altın kızlar serisinin bir çok üyesiyle olduğu gibi, 10 yılını devirmiş çoktan. Düşününce dünyanın en klasik lafı belki ama her şey daha dün gibi. Ne zaman bir okul çıkışı bize gelse evde kuru fasulye ve pilav+irmik tatlısı olduğu günler; üstünden çok geçmemiş bir zaman diliminde yaşanmış sanki.

Çok güleriz biz didottiyle, çok da kavga eder, küseriz.

Daha doğrusu o çok güler bana, ben ciddi ciddi bir şeyler anlatsam bile güler.
Bir de hep o küser bana, ben ona küssem bile o, ona küsmüşüm diye küser.

Ama yine de biliriz, arkadaşlığımızın hiçbir şeye değişilemeyecek kadar değerli olduğunu.

Ben okulun merdivenlerinden "hoş geldiniz sayın seyirciler" diye inerken o vardı, matematikten anlamazken de (hala anlamıyorum zaten), babama ters düşüp, ailesiz ilk seyahatime doğru yola çıktığımda da. Bilkent’te bir söğüt ağacının altında otururken ve her ikimizde çok farklı duygular hissederken de yan yanaydık, mfö konserlerinde “ele güne karşı yapayalnız böyle de olmaz ki” derken de.

Her şeyden öte birlikte büyüdük biz, o küsüp gitmemeyi, ben öfkemi kontrol edebilmeyi takriben aynı yaşlarda öğrendik.

Birbirimizin hayatında çok şeye şahit olduk,çok şeyler paylaştık ve hayatlarımız sarmaşık oldu artık, dolandı birbirine.

Dışarıdan bakınca karışığız belki, aynı anda farklı sesler çıkarırız ve size gürültü gibi gelir zaman zaman ama kimse gelip kesmesin bizi didom, böyle karışık, dolaşık kalalım hep. Çok seviyorum seni. İyi doğdun huysuz ve tatlı Didem. (en az benim kadar)


Dip Not:Kimsenin(kendim de dahil) küçüklük ya da net olmayan fotoğrafları dışında fotoğraf eklememeyi prensip edinmeme rağmen, küçüklük halinin birebir kopyası olan Didem'in fotoğrafını bloguma koyarak bu kuralı ihlal etmiş bulunmaktayım.

24 Aralık 2009 Perşembe

L'uomo che ama...

Yıl sonu olması itibariyle işlerimiz coşmuş ve de aşmış durumda. Başımızı kaşıyacak vaktimiz bile yok, raporlar, duruşmalar hepsi üst üste. Bir de bol stresli davalar da eklenince bu maratona kendimi adeta final zamanlarındaki depresif ben gibi hissetmeye başladım. Gece uykularımda bir ayrı alem. Geç yatsam olmuyor, erken uyusam işe yaramıyor. Gece uyanmadan uyumayı beceremiyorum bu aralar ve bütün gün ölü bir ifadeyle oraya buraya koşturuyorum.

Peki hiç mi güzel birşey yapmadın dersen, yaptım tabii. Mesela bir sahnesinin fotoğrafını görmekte olduğun şu filme gittim. Sevdin mi diye soracak olursan, bilemedim yahu. Çok gereksiz uzun, bir de epeyce yavaş ve yavan geldi. Hani filmdeki yaşlı teyzenin ölüm ve ayrılık arasındaki o ince farka dair yaptığı hoş konuşmayı duymak, bir de ölme ihtimali olan bir hastanın ameliyattan çıkıp da kurtulursa, ölümle yüzleştiği bir dönemde hissettiklerini unutmamak adına kendine yazdığı mektuptan ufak ufak sebeplenmek istersen gidebilirsin. Yok yahu bunlar çok klişe geldi dersen de gitmezsin olur biter.
Film o denli yavaştı ki, izlerken üzerinde epeyce düşünme fırsatı da yarattı. Ve ben anladım ki aşk acısı benim dünyamda daha kadınlara özgü bir şey. Sanki dişilerin tekelinde. Üzülen erkeğe inanamıyor bünyem, "aman bee adamm sendeeee" diyesim geliyor. Tuhaf.
Öte yandan, adam terketmek istediğinde ve terk edilmek ile baş edemediğinde de bir depresyona giriyor ve fakat terk etmek istediğinde uykuları bölünüp dururken, terk edildiğinde uykulardan uyanamıyor. Ve merve düşünüyor, acaba depresyon belirtisi olan uyku düzensizlikleri, değiştirmek istediğimiz durumlarda uykudan uyanma olarak kendini gösterirken, değiştiremeyeceğimiz ama bir yandan da kabullenemediğimiz durumlarda sürekli uyuma isteğine mi dönüşüyor?
Merve bilmiyor. O da geceleri uyanıp duruyor zaten bu aralar, yapması gereken onca iş olduğundan olsa gerek.
Ve bir de ben Bahar'ın deneme süresinde olduğu işinde başından geçen komik maceraları kaleme almamak için kendimi zor tutuyorum. Bunu da belirtmek isterim.


Aslında aklımda ne çok da şey vardı.

17 Aralık 2009 Perşembe

Mushaboom

Her gece topuklularımla, bütünleştirdiğim bir kıyafet hazırlıyorum kendime ve alarmımı 6:45’ e kuruyorum.

Her akşam “yarın sabah 8’de , herkesten önce işte olacağım “diyorum. Daha çok çalışmaya, işleri toparlamaya dair hayaller kuruyorum.

Her akşamüzeri, midem kazındığında zararlı bir şeyler yememek için direniyorum.

Her öğlen; öğleden sonra iyi iş çıkaracağıma ve uyku bastırmayacağına dair kendimi motive ediyorum.

Her gün öğle yemeğine yakın, deliler gibi acıktığımda, hızlı bir kahvaltı etmeyeceğim ve yumurtalı, ballı tereyağlı bir menüyle tıka basa doyacağım” diyorum.

Ve bu aralar her sabah istisnasız olarak;

Önce tekrarlama modunu kapattığım alarmım çalarken uyanıyor ve o sustuğunda 7:45 ‘e kadar uzanan bir uykuya dalıyorum.
Uykuya daldığım esnada ; topuklularla işe geç kalacağımı düşünerek, bir gece önceki kreasyonumun altına yedek düz bir ayakkabı icat etmeye çalışıyorum.
Bu esnada kafamdaki kıyafetle çok üşüyeceğimi düşünüp, eğer uykum çok ağır değilse o anda ev ahalisinden birine yağmur yağıp yağmadığını soruyor ve netice de planlanan kostümü kafamda eliyorum.
7:45’de kalkan biri olarak sabah 8’de işte olabildiğimi düşünmüyorsunuz heralde?
Derken alelacele bir kahvaltı edip, evden fırlıyorum.
İşleri sıralara sokup, o sıralardan şaşıyorum.
Hep çok acıkıyorum, arada ipin ucunu kaçırıyorum.
Bu aralar biraz yuvarlanıyorum ve bir şeyi 40 kere de söyleseniz olmayacağını biliyorum.

Hoşçakalın.

13 Aralık 2009 Pazar

Su gibi aktı yıllar, deryada bir damla kadar...


Annem hep denize aşıkmış.

Babam Bodrum'daymış.
Yıl 1977.


Bahar o zamanlar da süslüymüş ve de yaratıcı.





Şimdiki formumuzu geçmişe borçluymuşuz.
Hep spor yaparmışız.
(sarı mayolu Bahar, pembe mayolu Merve.)


Mutluymuşum.
Ve de tarz:P









Recom'la Büşram'la çok eğlenirmişiz.


Bahar'ın ablasıymışım, şimdi ikiz olduK:)








11 Aralık 2009 Cuma

Friday.



Şimdi bu yukarıda gördüklerinizi bizim yapmamış olmamız, bunları yapamayacağımız anlamına gelmiyor biliyorsunuz değil mi?
Bahriciğim için çok mutluyum. Herşey istediği gibi olsun. Hayallerinden bile güzel.
Bazı bazı huysuzun tekiyim de, şu yağmurlu Aralık sabahında mutluyum diye bana kızmazsınız değil mi?

10 Aralık 2009 Perşembe

Broken Embraces

Bir filmin bana güzel gelmesi için, ispanyolca olması, penelopenin oynaması, pedro almadovarın çekmesi yeterli olduğundan bu filme "güzel, izleyin" dememi, tavsiyemi, subjektif bir izleyici olduğumu düşünerek değerlendirin.

Ama güzeldi yaa:) Pedro Almadovar'ın klasik tarzının biraz dışındaydı sanki, az biraz gerilim yaratmaya çalışan, ama germeyen, sürükleyici, merak uyandıran, seksi bir filmdi.


Güzeldi. İzleyin.

Bir odamın duvar rengini her gören güler ama, her ispanyol filminde bir oda (otel odası da olsa)bu renk olduğuna göre(bknz. foto.) belki de akdeniz beni çağırıyordur falan, olamaz mı?

***

Birde Bahar yenibiriş.com diyeyim ben size. Ayrıntılara girmeyeyim. Evimizde bir bayram havası.

Diğer yandan Recom, bir tanem, askerim, sütlacım, uzun dönem asker. Annem ağlar, hoş annem ne çıksa ağlar. Yeri henüz belli değil.28 Aralık'ta, Samsun'da yemin törenine bekleriz:)

İşte böyleee.
Sevgiyle...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Pamuk.

Küçük tatlı pamuğumuzun, prensesimizin doğum günüydü dün.
Sürprizini de yapıp yazmak istedim.

Ama önce biraz bizi anlatmak gerek;
Bundan neredeyse 15 yıl önce, kalabalık bir okul bahçesinde koluma girmesiyle başladı her şey.
O günden beri, pamuk prensesim oldu, minik kuzum.Ortaokulu, liseyi, üniversiteyi bitirdik birlikte. Gülme krizlerine girdik, arabayı çarpıyoruz sandık, o anda direksiyonu bırakıp,birbirimize sarılmaya kalktık, ölmedik neyse ki:)Mavi meleğimizle dolaştık, kısa filmler çektik uzun uzuuun, evlerimizi mesken ettik, saatlerce giydik çıkardık, süslendik, maskeler yaptık.Netice de bir hayatı paylaştık; ilk işlerimize,nişanlara düğünlere şahit olduk yan yana.

Ve biraz da onu anlatmak gerekirse;

Çok zevklidir Pinikom, her şeyin en güzelini alır, yakıştırır, en güzel oda onundur, en süslü dolap da. Dokunduğu her şeyi güzelleştirir. Hep olumlu, neşeli ve komiktir. Ağlarken bile gülendir. Ağlayan birini bile güldürebilenlerdendir. Sevgisini gösterebilen, sarılarak, öpücüklere boğarak ifade edebilenlerdendir. Pinikom gerçektir, içi dışı birdir, kızarsa size asar yüzünü, küser konuşmaz, severse sizi, pamuklara sarar, yanınızdan ayrılmaz.

İyi doğdun bitanem, iyi ki varsın. Yeni yaşında ve nice yaşlarında birlikte olalım, buruş buruş teyzeler bile olsak hep böle kaynatalım, kopalım. Çok seviyorum seniiii!!!
****
Ve dün dedik ki, doğum gününü hafta sonu kutlayacak olsak da ona bir sürpriz yapalım. Mesela bir ayı alalım elimize, dikilelim kapısına:) Derken gidene kadar, ben Efe’yle, Efe Didem’le, Candan Melih’le, Yudum Efe’yle, ben Kürşad’la, deli gibi didişip, birbirimizi yedik, mucize eseri kazasız belasız Bilkent’e vardık.(Bu arada sanki uzun yola gidiyormuşcasına Efe ve Kürşad’ın iki kere yemek molası verdiğini söylemiyorum bile) Bir ayı değil ama tombik bir ördek bulduk, Pın’ın en sevdiği bella vistanın üzerine serpiştirdiğimiz mumlarla( çakmağımızın olmasa da, o anda Bilkent 3 ten geçen herkese sorarak ateş bile bulduk)Taylan’ın onu kapının önüne getirmesini bekledik.

Geldiğimizi çaktırmamaya çalışsa da ev ahalisi, telefon çaldığı anda sürpriz belli oldu. Pın bizi gördü şaşırmış gibi yaptıJ Kuzumuzun mutluluktan gözleri doldu. Bize çikolata ikram etmeyi unuttu diye hüzünlere boğuldu.İyi ki doğdu, pinikomuz oldu..

8 Aralık 2009 Salı

Music.

500 days of summer'ın soundtrack'ini tek geçiyor ve her gün her gün onu dinliyorum. Bad Kids favorim.Bu şarkıların içinde bir de dost kitap evinin fon müziği cafe de pera 7 cd'sinin nadide parçalarını serpiştiriyor kendimden geçiyorum.
Bunları dinleyin. Öneriyorum.
Müzik (özellikle de jazz aslında) loş ışık gibi, olduğum mekanı daha güzel gösteriyor. İş yerimiz daha bir güzel dolayısıyla, bu güzel melodilerle:)
Beni 500 days of summer'ın esas kızına benzeten Ezgi'ye buradan öpücüklerimi gönderiyorum:)
Hani gözlerim mavi bile değil ama bunlar ufak ayrıntılar değil mi?

Ben de esas kızımız misali belki biraz 60'lardan kalmayım ama, filmin gazına gelip saçlarıma kahkül kestirme isteğim geçmiş bulunmakta.

Çünkü bir defterim var benim, alakalı alakasız notlar aldığım, oraya mütemadiyen "kahkül kestirmeeeee" yazmışım.

İnsanın sürekli kendine yakışmayan bir şeyi yapmakta ısrar etmesi hoş değil ama , gereksiz yere ısrar eden bünyesini farkedip tedbirler alması övgüye değer.
Boş ve de bomboş bir yazının daha sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Esen kalın.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Recom Askerde...

Mehmet askere gitti.
Sütlacımız, tombiğimiz Samsun'da. 10'unda da uzunu kısası belli olacak.
Bir sıhhiyeci o.
Herkes gitti geldi arkadaşlarımızdan da, evden biri ilk kez gitti.
Hep "ayy mehmet de gidince naparıss"muhabetleri edildi edildi de sonunda gerçekten o da gitti.

Sadece özlüyorum. Merak ediyorum.Özlüyorum.

Merak ediyorum.

Bitti.

Canım hiç birşey yazmak istemiyor bu aralar:)

Sevgiler:)

1 Aralık 2009 Salı

kapkek.


Yudum'un doğum günü için yapıldılar.
Masmaviyi ben istedim.
Yudum yedi, oldu mavi .
Demek ki açık maviden şaşmamalı.
Bu aralar yorgun, hüzünlüyüm.
İstanbul'a gidiyorum.
Hoşçakalın.

27 Kasım 2009 Cuma

yudum

12 -13 yıl önce, liseye başladığımızda tanıştık, belki biraz kapıştık, resimler yaptk birlikte, seramikten vazolara şekil verdik, fizikten, biyolojiden anlamadık, edebiyatı, tarihi sevdik, Candan’la kaşlarına taktıkları tokalarla korkuttular beni, bir de hiç kimseden duymadığım o korku hikayeleriyle gece kabuslar görmeme o sebep oldu hep..

Derken bir yaz sabahı altın kızlar serisinin her bir üyesi heyecan içinde hangi üniversiteyi kazandığını haber verirken birbirine, biz aynı bölümü kazandığımızı öğrendik. O gün belki de biz bir yolculuğa çıktık, 2 kişi kaldık.

Üniversitenin ilk senesi depresyona girdik, okula hiç uğramadık, “bu okul bitmez” dedik. Sadece Ahmet Mumcu’lu anayasalarda ve Turgut Akıntürk’lü medeni derslerinde buluştuk anfilerde. Hayatı kendimizce hep hafife aldık, üzerinde durmadık, güldük geçtik ama aslında belkide en çok biz ciddiye aldık, çok da üzüldük kendimizce.

Uzun servis yolculuklarında, otobüsün önünde oturduğumuzda otobüsün daha hızlı, en arkada oturduğumuzdaysa daha yavaş gittiğine kanaat getirdik. Biz genelde hep yavaşlattık hayatı, zamanın sakince akmasını seçtik. O uzun yolculuklarda, okulun çimlerinde, kantinde nerede olursak olalım,hep sorguladık, derin muhabetlere girip, çıkamadık. Kitaplar okuduk, heyecanla analttık birbirimize, filmlerde kendimizi bulduk, bazen de şarkıların sözlerinde. Hep heyecanla paylaştık beğendiklerimizi, sevdiklerimizi...

Derken bitmez dediğimiz o okulu, hem de 4 sene de, kimsenin bizden beklemediği bir şekilde bitirdik. Üzerimizden bir yük kalktı sandık. Staja başladık yine birlikte, aynı gün. Aynı sınıfa düştük staj eğitiminde, “kimler avukat olacak” dedi danışmanımız, sınıfta ikimizinki dışında bütün eller havaya kalktı. Ama biz hakim de olmayacaktık ki. Derken avukat da olduk.Adliye koridorlarında devam ettik kaynatmaya, iş çıkışı starbuckslarda felsefe sohbetleri yaptık.”Dost kitap evinde kilitli kalsak da bir süre, bütün kitapları okusak” dedik.Ewn çok seyahat rehberlerinee baktık. Hep hayal kurduk. Bir gün kalktık birlikte Barcelona’ya bile gittik.

İstanbulu ikimizde çok sevdik, denizi, bir de sezen ablamızın dediği gibi;oyuncak bebekleri sevmedik çok, evcilik oynamayı, bıçak sırtlarında dolaşmayı sevdik, tehlikeli sularda seyredip pupa yelken, geçici emniyetlere ulaşmayı, kadınları, erkekleri, romanları, hele başkaldıranları...

İyi doğdun Yudum’um, iyi ki o güzel zevkinle, şen kahkahalarınla, hoş sohbetinle, mükemmel dostluğunla bizimlesin.

Çok seviyorum seni. Ne bu yazıyla ne de başka bir şekilde öyle kolayca anlatamam bunu.Nice yıllara.
live bey the sun, love by the moon...
foto:bahar'ın arşivinin nadide parçalarından biri-yudum'un doğumgününe uygun olan bir foto bahar tarafından seçilmiştir.

26 Kasım 2009 Perşembe

Please, pleasee..

Bir gün önce Düzce’de olmama rağmen, 6 saat yol gitmiş olsam da,yataktan kalkarken huysuzlanmadım bu sabah. Bolu dağlarının güzel renkleri içime işlemiştir belki…

Üç kere adliyeye gitsem de, toplamda 6 kere alt geçitten geçip, bir o kadar merdivene de kasvetli bir binada tırmansam da, onca suratsız insana gülümseyerek ricalarda bulunsam da, adliyedeki iş bırakma eylemlerine maruz kalsam da sinirlenmedim hiç.(azcık surat asmış olabilirim)

Bizim parkta her eylemde çalan “ölürüm türkiyem” şarkısı bile güldürdü bugün beni. Evet o meydanlarda bağıran çağıran herkes ölüyordu “Türkiyem” koşullarında dedim içimden. Acaba ne zaman ben de işi gücü bırakıp döküleceğim bu meydanlara? Oysa bir sendikam bile yoktu.Başka bir bahara kalmıştı eylem hayallerim.

Bankaya gidip, uzun uzun bekleyip 5 ‘e doğru işlerimi biterebilsem de çatmadım kimseye, kimseyle kavga etmedim bugün, rast gitmeyen işler için kimseyi suçlamadım…

Burger’ a gidip 6 menü sipariş ettim. 8.75 kampanyasından. Onları taşırken düşüreceğim diye korkmadım. Yerken suçluluk da duymadım. (Hepsini tek başıma yemedim tabiî ki)

Bazı günler içimize işleyen o huzur, yüzümüzdeki o şapşal gülümseme “süreklilik” kazansa, daha mı mutlu yoksa daha mı enayi olurduk acaba?

So please let me get what i want this time..

18 Kasım 2009 Çarşamba

Quequ'un M'a dit...

Anlar var hayatta.
Filmlerdeki gibi. Hani 500 days of summer’da esas oğlanın tüm sokakla selamlaşıp, şakalaştığı, çılgınlar gibi dans ettiği gibi.
Mutluluktan ayaklarınızın yerden kesildiği anlar.
Birinin bir anısını dinleyip, hayatınızın o andan sonra artık eskisi gibi olmayacağını hissettiğiniz anlar var.
Stajyerlerimiz var , ruhsat alan, mesleğe başlayan, konuşmasında bize teşekkür eden,ismimizi söyleyen, gözlerimizi dolduran.

Starbucksda bardaklar var üzeri penguenli ve kardanadamlı, şu an masamda durandan.
Beni deli gibi mutlu eden cinsinden.
Şu yılbaşı geliyor heyecanı var ya, 26 yaşındayım ama hala kalbimde.
Süs, püs, kurabiye..
Baharla hep çılgın bir parti verme hayalimiz var, hoş geldin yeni yıl diye, deli gibi pişirip kafayı yiyelim, herkesi besleyelim seve seve..
Ama yılbaşından önce..
Geceleri yemek kitapları okumak bana yaradı sanırım.
Daha mutlu uyuyorum.
Beyaz ağaç alıp, yeşilini, ağacını bir yılbaşı öncesi mahvettiğim noel anne Feroş’a hediye etmeyi planlıyorum.
Face’de cafe’s world diye bir oyun oynuyorum.
Şimdi anlıyorum şu çiftçi olma çılgınlığınızı. Kürşadı da garson tuttum. Çok mutluyum.
Bugün hepinizi seviyorum.

Başlık; Carla Bruni'nin bir şarkısı, ne demek bilmesemde..

17 Kasım 2009 Salı

Deap Fear.

Topuklulardan ayaklarım ağrıyor.
Uykum var.
Suratsızım.
Ajda Pekkan'ın yaratık olduğunu düşünsek de çoğumuz, ben de onun gibi olmak istiyorum.
Adliyeye gideceğim.
Ayrılık acısı çeken arkadaşlarım var.
Bir de yeni kararlar alanlar.
Yeni bir kitabım var.
Havam yok bugün.
Benden bile ağır bir çantam var.
Bir de yüzümde maske, suratsızlığımı kapamak için.
H1N1'den koruyan maskelerden değil ama.
Sizin görmediğiniz, sahte gülücükler atan cinsinden.

Başlık; favori şarkım.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Ece

Ajandalarım var benim. Mesleğe başladığımdan beri.(Duyanda 50 yıllık meslek hayatım var sanır ya neyse) Kullandığım model ece/muhtıraların 4D'si.Her yıl bir rengini özenle seçip, sonrasında da saklamaya devam ediyorum.Sadece siyah kalemle ve sadece duruşma günleri ile sevdiklerimin doğum günlerini not ettiğim defterlerim benim için gerçekten de çok kıymetli.2006 yılı itibariyle aldığım bütün ajandalarım da şu an çekmecemde.Girdiğim duruşmalar da işaretli, kazandığım davalarda. Yıl sonunda toplayıp, rakama vuruyorum onları, mutlu oluyorum.Zamanın geçmesini, ayları, yılları, rakamları neden bilmem ama çok seviyorum.

Bu senede gidip bir heves aldım ajandamı. Yeşil ve bordodan sonra bu seneki tercihim mavi. Derken heyecanla sıyırdım ambalajını, ama sayfalara dokunmamla bir hayal kırıklığı oldu. İncelmişti sanki sayfaları ve ben bir işgüzarlık edip mail attım ece'ye. Hayatım boyunca bilinçli bir tüketici olmamakla beraber(en fazla bozuk pandispanyayı giidp değiştirmişliğim vardır) nedense çok sahiplenmişim bu ajandaları. Mailimda da yukarıda anlattıklarımı anlattım. Ve hiç beklemediğim bir şekilde, sayfa inceltmeye gidişlerinin sebebinin kullanıcının çantasını hafifletmek olduğunu ve daha bir çok ayrıntıyı anlatan açıklayıcı ve sıcacık bir mail attılar bana.

Bir de adresimi isteyerek 100. yılları için özel olarak üretilmiş seyir defterlerinden göndermesinler mi? O seyir defterinin ithaf edildiği kişi de Evliya Çelebi olmasın mı? Bir düşünün ne kadar sevindiğimi:)

Evet bir yerlerde işini yapan, hem de iyi yapan insanlar var; ince, kibar ve çalışkan.
"Amaan delinin birinin mailina da cevap atmayalım" dememişler.
Eleştirimi ciddiye almışlar ve cevap vermişler.
Buradan teşekkürü bir borç bilirim. Saygılar, sevgiler..

13 Kasım 2009 Cuma

Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş...


Hikaye aynı; 1 kadın 1 erkek.. Yanlış zaman,yanlış mekan, yanlış insan… Sevmek, sever gibi yapmak, aldatmak ve aldanmak.Ayrıntıları boş verin gitsin. Ben sadece dün cezaevine gittiğimde aslında ne çok erkeğin bir kadın yüzünden “içeride” olabileceğini düşündüm.

Tüm “erkek egemen toplum” genellemeleri ve söylemlerinin aslında çok da gerçek olmadığına dair kafa yordum. Kadınlar erkekleri ne de güzel oynatıyorlar parmaklarında dedim bir an.

Sonra belki de “sevmek/sevdiğini, sevildiğini sanmak” mı insanlara her şeyi yaptırabilir dedim yine bir an.Ne çok insanın sırf bu yüzden “içeride” olabileceğini düşündüm yine.

Bu kadar mı sevgiye açız acaba diye sordum kendime. Azıcık ilgiye, bir güler yüze, iki tatlı söze bu kadar kapılmak, peşinden sürüklenmek niye? “Hiç mi sevmediler kimseyi küçükken de herkes ondan mı böyle oldu” dedim.

Dün orayı gördüğüm hiçbir yere benzetemedim. Orası öyle bir yerdi ki sanki herkes ya “içerideydi” ya da bir “içerideki yakını”. Orayı ne nezarethanelere benzettim, ne de Ulucanlara, Paşa kapısına…

Kapılardan geçip geçip, bir yerden bir yere neredeyse yürüyerek gitmene izin, imkan vermeyen bir mekanda,kapılar üzerine kapandıkça, gideceğin yere varmak için ilerledikçe insanın kendini gerçekten bir şeyin içinde hissedebileceğini anladım.Ürperdim.

En çok da farklı tipteki cezaevlerinin kapılarına takıldım. Üzerinde martılar, kuşlar, yunuslar, uçsuz bucaksız ormanlar, denizler resmedilmiş o duvarlara bakakaldım. Özgürlüğün resmedildiği duvarların, hürriyetin önündeki engel oluşunun ironisini gördüm.

Dönerken arabada “bir sevmek bin defa ölmek demekmiş” çalarken, biraz daha açtım sesini radyonun, bu güne ne çok uydu dedim…

10 Kasım 2009 Salı

Masal

“Hava artık ne kadar da erken kararıyor” diye düşündü camdan dışarı bakıp, masasını toplamaya başlamışken. Bir kalemle başının tepesinde tutturduğu saçlarını serbest bırakıp, montunu almak için yöneldiği dolabın yanında duran ayna da solgun yüzüyle göz göze geldi, ama bugün canı hiç makyaj yapmak istememişti. Çantasını alıp, işten çıktığında “onun” her zamanki gibi geç kalacağını bildiğinden acele etmeyen adımlarla buluşacakları yere, sinema salonuna doğru ilerlemeye başladı.

Oraya geldiğinde onun orada olmadığını görüp, önce filmin saatini kontrol etti. Sonra havaların soğumasıyla bahçede duran masaların da yerinde olmadığını fark edip, salonun içine geçti. Yukarı kata taşınmış bekleme alanına çıkıp, çantasından not defterini, rengarenk kalemlerini ve ajandasını çıkarıp notlar almaya başladı. Onu beklerken hep, ya “işte yapılacaklar” listesi yapar, ya bir şeyler okur ya da müzik dinlerdi. Çünkü onu hep çok beklerdi. Artık kendini nasıl oyalaması gerektiğini öğrenmişti.

Derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığı bir anda telefonu çaldı. Telefonun ucundaki ses aşağıda beklediğini söylüyordu. Kız merdivenlerden inerken saatine baktı, film başlayalı sadece 3 dakika olmuştu. Mavi gömleğinin üzerine giydiği gri kazağı, lacivert ceketi ve yeni alınmış kotuyla karşısında görünce “onu” “ne hoş olmuş” diye düşündü içinden, gülümseyerek yanına gitti. O anda arkalarında duran bistro üzerindeki pembe orkideler dikkatini çekti kızın. Bir yandan onunla konuşurken, gözlerini de çiçeklerden alamadı. Bu durumu “o” da fark etti. “Senin sevdiklerinden değil mi bunlar” dedi. Kız içini çekerken “ya evet” diyerek cevapladı onu.

O gülümsedi muzipçe. “Senin zaten onlar” dedi. Kız şaşırdı. Her zamanki gibi şaşırtmıştı, hep böyle yapar, en olmadık anlarda, mutlu ederdi kızı. “Film başlamış olsa da girelim dediler”. Perdeye iki kafa bir de orkidenin dalları yansıdı, yavaşça süzüldüler salona.O esnada arkalarında oturan yaşlı çiften erkek olanı ne hoşlar dedi, kadınsa gülümsedi. Çok sevdiler filmi, “Coco”ya bayıldılar.

Filmden çıkıp da eve vardığında, içeride kimse olmadığından anahtarla açtı kapıyı kız.Yeni pembe orkidesini, yapraklarını dökmüş olan beyazıyla tanıştırdı, onun yanına yerleştirdi.


Kendine bir tost hazırladı, tv ye bakındı boş boş. Tüm bunları yaparken, başka bir yerdeydi. Ne zaman onu içine alabilen bir filmden çıksa böyle olurdu. Başka bir boyutta. Bazen günler boyunca sürerdi bu hali. Dalgaların Prensi filminden sonra kendini Barbara zannetmiş, Yağmurdan Önce’den sonra Bosna ‘da yaşadığını sanmıştı. Böyle olurdu işte. O filmde bir karakter, filmin geçtiği ülkede yaşayan, filmdeki dili konuşan bir insan olurdu.

Filmler İngilizce olduğunda sıkıntı yoktu. Dilediği kadar İngilizce konuşur, ev ahalisinin başını şişirirdi. Ancak en sevdiği İspanyol ve Fransız filmlerinden çıktığında, ona şiir gibi gelen bu dillerde cümleler sarf etmesi mümkün olmazdı. O zamanda fadolar çalar,Pink Martini’nin Fransızca şarkılarını açar, ne dediğini bilmese de ezbere söyleyebildiği bu şarkılarla “şakıma” ihtiyacını giderirdi. Az biraz deliydi işte.Ama bu akşam mutluydu. Uzun süredir olduğundan farklı olarak, mutlu mesut daldı uykuya, güzel rüyalarla….
masalın kahramanı kürşada sevgilerle..

9 Kasım 2009 Pazartesi

Konya 1,2..

Hafta sonuna dair planım miskinlikti.Cuma akşamı sinemaya gitme planımız ise, sinemaya yetişemememiz neticesinde fiyaskoyla sonuçlandı. Teyzem , Bahar ve ben Akman’a gidip, oturduk ve hoş beş ettik. Paris’e gitme hayalleri kurduk.

Bu esnada birkaç hafta sonra asker olacak olan, ailemizin bir diğer ferdi Mehmet, “ iş gezisi sebebiyle Paris’ten gelen İran asıllı dostu Anoşe’yi (ismi tabiiki böyle yazılmıyordur)gezdirmekle meşgul olacağı hafta sonunun, cumartesi günkü ayağında Konya’da olacağını ve dilersek ona katılabileceğimizi” bildirdi.

Lakin Bahar ve ben gitmemekte, kararlıydık. İki hafta üst üste İstanbul ardından paralı gün yorgunluğu hala üzerimdeydi. Teyzemse her zamanki gibi kararsızdı. Büşra ise sürpriz bir şekilde çalışmıyordu ve gidecekti.

Derken sabah oldu. Mevlanayı ve mezarları Konya’da bulunan anneanne ve dedemizi ziyaret etme, ayrıca hep birlikte bir şeyler yapabilme fikirlerinin hoşluğu ağır bastı ve biz de Bahar’la, Büşra’yla, Teyzemiz Zehroş’la yola çıktık.

Konya’ya varıp, soluğu Mevlana’da aldık. Dua ettik. O esnada Paris’ten gelen misafirimizle de tanışıp, mezarlığa geçtik. Ancak biz rötarlı bir ekip olduğumuzdan mezarlığa girişimiz, havanın kararmasına kısa bir süre kala gerçekleşti. Mezarlığın kapısı ise zincirle bağlanmıştı ama 3 kişinin geçebileceği bir açıklık da vardı. “Oraya kadar gelip mezarlık ziyareti yapmadan olmaz”dedik ve zincir vurulu kapının geniş aralığından içeri süzülüverdik.

Artık karanlık iyiden iyiye çökerken, Bahar elimi sıkı sıkı tutarken ve bize eşlik eden Mehmet’in anneannesinin de önderliğinde mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, bu sefer çıkış kapısının da kilitli olduğunu ve diğer kapı gibi geçebileceğimiz bir genişliği olmadığını fark ettik. Koskoca mezarlığı, o karanlıkta, girdiğimiz kapıya ulaşabilmek için boydan boya geçme fikrini ise kimse dile bile getiremedi.Yapılacak tek şey vardı, mezarlığın duvarlarından ve üzerinde ki sivri uçlu demirlerinden atlamak. O esnada konuğumuz ve Mehmet zinciri açmak için bir demir parçası ararken, biz Süper Anneanneyi duvardan atlatarak zoru başardık. Derken Teyzem yapamam dese de onu da karşıya ulaştırdık. Ama kotu hafifçe yırtılan bir Merve dışında kimse yara almadı.

Elin adamı ise nedendir bilinmez, sanki bu kaçık ailenin bir ferdiymişcesine olanı biteni yadırgamadı,kah bizimle güldü, kah kederlendi:))

Akabinde Konya mutfağının nadide örneklerini bulabileceğimiz Konak lokantasına gidildi. demirhindi şerbetleri içildi, su börekleri, tiritler,sarmalar, et salmalar, gerçek yoğurtlar, höşmerimler, saç araları yendi.




Tüm bu esnada nankör ingilizce gelişti. Hele ki Mehmet'İn kendinden geçip, bize ingilizce komutlar yağdırdığı bir anda gülme krizine girişimiz vardı ki, görülmeye değerdi.

Konuğumuzun kolundan tuttuk, birde akraba ziyareti yaptık ki, kaşla göz arasında bir çiçek alıp, aramıza dönen misafirimiz mi bizi şok etti en çok, biz mi onu bilemedik.

Aslında o gece Konya’da kalıp sabah 8 ‘de yola çıkmayı planlayan konuğumuzun feleğini bu seferde onu gece yarısı Ankara’ya getirerek şaşırttık.

Ertesi sabah ise Koç müzesi’nin içinde herkese tavsiye edebileceğimiz bir brunch eşliğinde nispeten daha normal bir gün geçirdik:) Bu arada Koç müzesi içindeki minyatür odalar sergisini ise kesinlikle gidip görün!!!

Böylece bir hafta sonunun daha sonuna, pazartesinin de başına geldik.

(Ben bunları unutmayayım diye yazıyorum, ne kadar güldüğümüz aklımdan çıkmasın diye, lütfen bizden korkmayın. Sevgiyle kalın.)


6 Kasım 2009 Cuma

old habits die hard...

500 days of a summer a gitmek istiyordum ben:(
Ha bugün ha yarın derken kalkmasın mı gösterimden?
Kimseyi beklemeyin bir şey yapmak için, birşeyleri ertelemeyin, just a girl demişti dersiniz.
Üzülmeyin, gösterimden kalkan filmlerin alın korsanını evde izleyin, korsan almanızı haklı çıkarın böylece.Mısır da patlatın.
İlla sinemaya gideceğim, diyorsanız bu akşam;Coco'nun hayatını izleyin.
Boşverin.
Boşverin.
Uzun süredir yaptığınız gibi boşverin.
Ben hiç tek başıma sinemaya gitmedim yaa!

5 Kasım 2009 Perşembe

Önümüz Yaz Nasıl Olsa!

Olmuyor mu hiçbir şey?
Oluyor tabii.
Filmler izledim. Duruşmalara girdim. Okudum. Yazdım çokça. Grip olur gibi oldum, olmadım.Ev ahalisi hasta oldu.Ihlamurlar kaynadı,mısırlar patlatıldı.

Paralı gün yaptık,pişirdik, taşırdık, pandispanya yapmanın püf noktalarını öğrendik, bahriyle tartıştık.

Uyudum uzun uzun, garip garip rüyalar gördüm.

Üşüdüm, terledim, koşturdum, tembellik ettim.

Doldu bazen gözlerim, ağladım bile.
Kahkahalarla da güldüm bol bol.

Ama anlatmak istemiyorum işte.
Niye bilinmez.
Öperim gözlerinizden. Nasıl olsa buralardan mikrop falan geçmez.

Ben kış, soğuk diye söylendikçe babam böyle diyor işte"önümüz yaz nasıl olsa"

24 Ekim 2009 Cumartesi

Şov!

Yiğitin doğum günü için Özlem pişirdi, biz de süsledik, iki arada bir derede:)
Ben en çok iki araları bi dereleri, süslemeyi, püslemeyi seviyorum.
İki gündür rüyamda sürekli denizdeyim. Bol bol, keyifli keyifli yüzüyorum.
Rüyalardan biri klasik denizin ortasında gözlerimi açmama dair.
Kıyıya giderken türlü türlü insanla karşılaşıyorum, bana yardım ediyorlar. Bu rüyamda da bana yardım için iki yaşlı çift gönderilmiş, onlara bakıp, içimden "tüüh ya çok da yaşlılarmış nasıl yüzeceğim karşı kıyıya bunlarla "diye hayıflanırken, yaşlı çiften erkek olanı "başarabilirz"diyor bana ve ben de tam o anda denizin sol tarafında bir kıyı keşfediyorum, yüzmeye çalıştığım karşı kıyıya kadar uzanan bir sahili olan. Derken o yakın kumsalın beyaz kumlarına ayak basmamla rüya son buluyor.
Bu sabahsa yine denizdeyken, bir iki yatın arasında deniz yatağımla keyif çatarken su da bir karaltı görüp "bahriiiiii"diye bağırarak uyandım:) Allah hayırlara getirsin.
Bugün cumartesi. Dün Aynur Hanım "yarın Ticarete sen gider misin" dediğinde bugünün cuma olduğunu sanmıştım, masanın altına doğru kaymış, bayılacak gibi olmuştum ama yanılan oymuş, evet bugün Cumartesi.

22 Ekim 2009 Perşembe

İstanbul'a Selam...

İki hafta üst üste, toplam 4 kere, denizin kenarında, boğazda, güneşli havalarda, kavurmalı yumurtalı, ballı kaymaklı, nutellalı, kahkalarla ve arkadaşlarla, bol çaylı kahvaltılar etmeye alışmış bünyem bu haftasonunu yadırgamaz mı?

Ben biraz fazladan İstanbul'a gidince neden orada yaşadığımı sanıyorum?

Ben İstanbul'u yüksek dozda alınca, niye hasretim dineceği yerde kat kat artıyor da daha çok özlüyorum?

İstanbul'u orada yaşamadığım için, sadece en güzel yerlerinde gezip tozduğum için mi bu kadar çok seviyorum?

Söylene söylene hazırlansam da, bütün hafta uyuklasam da , deli gibi yorulup, parasız kalsam da,
sana değer..

Neden hep kahvaltı fotoları? En sevdiğim öğün olduğundan..

Elma Değil Ayva!

Facebookta şaşırdıklarım var.
Bugün burada bir kaçına tanık olacaksınız! Lütfen dikkkatle okuyalım, beni şaşırtanları uyaralım.
1-)Şimdi evlenip, çoluk çocuğa da karışmakta olan sürünün bir kısmı "biz bir fidanın güller açan dalıyız, bir elmanın iki yarısıyız" misali tek bir profili paylaşmakta!
Misal; Ali&Fatma Ç. Ali'nin ya da Fatma'nın ayrı ayrı bir profili yok!
Ben buna kılım. Siz iki kişisiniz arkadaşlar!
"Sanane , facebooku bu kadar ciddiye alma da" diyebilirsiniz, haklısınız ,bana ne de, ama gıcığım işte.
2-)Kendi kendine bir statü yazıp, akabinde 1 saat geçmeden buna bir commentle yine kendi kendine eşlik edenler var.
Misal; üşüyorum soğuk gecelerde... yazıp 10 dakika sonra ... alışırım yokluğuna ... şeklindeki bir commentle kendi kendine konuşan arkadaşlar mevcut .(Tamam bu kadar arabeskleri sadece benim aklıma gelir)
Bunların bir üst kademesini de kendi fotosunu beğenenler ve kendi duvarına yazanlar oluşturmakta.Yanlış anlamayın,size gıcık falan değilim, sadece sizden korkuyorum.
3-)İstediği kişinin gözüne sokana kadar 3 saatte bir statüsünü güncelleyenler.
Bu arkadaşlar, birden "attan düştüm, ayağım çok fena" yazarlar.Yüzlerce geçmiş olsun vb. commentle desteklenmeleri yetmez, her gün güncellerler o statüyü. (Tamam hide yapmayı biliyorum, ama beni o raddeye getirmeyin lütfen)
Çık git facebooktan dediğinizi duyar gibiyim, ama asla!
Şikayetlerim devam edecektir. Beni izlemeye devam edin...

19 Ekim 2009 Pazartesi

This is İstanbul, This is Sultanahmet!

Cuma gecesi 8 kişi kalktı, düğün için Ankara’dan İstanbul’a yola çıktı.Her şey sıcak bir tren yolculuğunda, Finlandiya sauna şampiyonasını andıran bir gece ile başladı. Gecenin galipleri tabii ki o ortamda, kuşetli vagonumuzda uyumayı başaranlardı.

İstanbul’a ayak basar basmaz Haydarpaşa’nın merdivenlerine dizilip, “ulen İstanbul alacağız senden intikamımızı “ da dedik, (bunu niye dedik bilemedim), fotoğrafımızı da çektik. Sonra baktık elimizde onca eşya bizi kimse bir taksiye almayacak, bir dolmuşçuyu kandırdık,doldurduk dolmuşu tam kapasite(İstanbullular minibüs mü der?)

Kuzguncuğa gittik. Arada neden şimdi buraya gidiyoruz diyen erkek seslerini itinayla bastırdık. Bizim hatıralarımız vardı orda, andık geldik.

İsmet Babanın mekanının yanına düşen banklarda denize günaydın dedik. Annemi anımsadık.Beşiktaş’a geçtik Üsküdar’dan. Beş dakikada. Otellerimize dağıldık. Bizi kırmızı ceketiyle” oda yok size” diyen deli kadını sallamadık, ağzından girdik burnundan çıktık ve odalarımızı aldık.

Yudumla kuaför keşfine çıktık, Yudum fönde kol kası, topuzda narin eller olmalı dedi, üç beş kuaför gezdik, “en iyi kuaför en yakınıdır” dedik, otelimizin karşısındakini seçtik. Yanındaki kuru temizlemeciye ütülerimizi verdik. Kırıntı da deliler gibi yedik, nişantaşında gezdik, süslendik püslendik, acele etmeden , geç bile kalmadan düğünümüze gittik. Neyirimizi gördük, duygulandık, heyecanlandık ve evlendirdik:)

Düğünde efendi efendi oturalım çok oynamayalım dedik. Kimsenin sahnede olmadığı bir anda üç kız deliler gibi dans etmeye başlayıp, gecenin sonuna kadar sahneden inmedik. Düğünden çıkıp gece gezmesine de gittik, o kıyafetlerle güneş gibi parladık Longtable da:)

Oteli gecenin bir yarısı yorgunluktan ölmemize rağmen kahkahalarımızla inletip, yağmurlu bir güne uyandık.

Hisar Lokma’da kahvaltımızı ettik, sahilde yürüdük doya doya. Taksim, tünel, Asmalımescit, Mercan, Saray, İnci, Cihangir derken birden “aaa saat beeeş koşuuun” dedik, kaçırmak üzere olduğumuz servise yetiştik.

İki katlı otobüsün üst katına çıkarken artis artis, alt kattaki o pek güldüğümüz masalı koltuklarda oturacağımızı öğrenip, yine dumur olduk, yine çok güldük. Ankara’ya geldik.

Kavga da ettik, dırdır da , ama pembe kuvars bileziklerim sayesinde genelde bir sevgi çemberinin içindeydik, sarılma terapisi bile yaptık tramvay beklerken. Aklımda ise sadece çok çok güldüğümüz, çok güzel yemekler yediğimiz kaldığına göre, nice yolculuklara diyebilirim.




Ve şimdi 17/18 Ekim İstanbul Gezisi “En”leri….

En Gelin/ En Damat; NEYİR& CİHAN (Cihanda böyle yanıyor yansın, Neyiir Salla:))

En İstanbullu/En Olgun; BAHAR (Bizlerden 4-5 yaş küçük olmasına rağmen, hepimizi itinayla idare edip, ablamız gibi arkamızı topladığı için, aramızda bir İstanbullu olduğunu hissettirdiği için)

En FedakaR/En İçten ; EFE (ayakkabılarını çıkarıp, çıplak ayak yürüyen Bahar’a hayattaki en değerli şeyi; gri çoraplarını verdiği için; o esnada “Kemal Amca kızlarıma sahip çıkamadın demesin ama” dediği için, taksiden inip etrafa bakınıp “Bahriiii nerdeeee” diye panik yaptığı için)

En Deli/En Alışverişkolik;DİDEM (Gecenin bir yarısı ettiği laflar, inanılmaz yorumları,, iki arada bir derede, bir tayt bir babet alıp, bizleri ezmeyi de ihmal etmediği için)

En Komik/En İ-Pod; CANDAN (Durmadan bizi kahkaha krizine soktuğu, en olmadık yerlerde en bomba lafları ettiği için, içi dışı bir olduğu için)

En Sabırlı/En Organize ;MELİH (Bizim gibi bir dünya deliyle oradan oraya savrulurken, hiçbirimizin kalbini kırmadığı için, bize çok güzel bir otel ayarladığı için)

En Havalı/ En Artist (Erkek); KÜRŞAD (Gözünü açıp güneş gözlüklerini taktığı ve kıyafetleri , tarzı ile konuştuğu, konuşturduğu için)

En Havalı/ En Artist (Kadın);YUDUM (İstanbul’un o havalı ortamında bile, seksi elbisesi ile göz doldurduğu, saç modelini soranlara Ankara’da kestirdim diyerek hayal kırıklığına uğrattığı için)

En Özlenenler; MEHMET ve BURÇAK (Gezimize kısa kısa katılıp, hasret giderdiğimiz için)

En Uzakta Kalanlar; PINAR ve TAYLAN(Ayrı ayrı konakladığımız, ayrı ayrı döndüğümüz için,yine de hep kalbimizdeydiniz:)

Hepinizi seviyorum. Hala birisi ölmediğine, kimsenin bir yeri kırılıp, kanamadığına göre siz de seviyorsunuz. Melih’in de dediği gibi ”organizasyon yapmadığımız anlarda, neşeli insanlarız” .Bu iki günden sonra yüzümde kocaman bir gülümseme var, siz de iyi ki varsınız. Esen kalın.

Başlık; Bizi çılgın bir tur ekibi olarak gören Burçak tarafından yapılan bir benzetmedir.

16 Ekim 2009 Cuma

Falcı

Bazen okumadığım, birinin elinde gördüğüm bir kitabı alırım elime, kaparım gözlerimi, bana bir şey söyle derim ve gözüme çarpan ilk satırı başlarım okumaya, bir işaret beklerim.
"... başka bir alternatif de geldiği yolu tekrar geri dönmekti ki buraya kadar gelmesi yarım gününü almıştı. Başladığı noktaya kadar gelmesi yarım gününü almıştı. Başladığı noktaya dönene kadar gün biterdi. Böylece tüm günü boşa harcamış olurdu...."
syf:192 "Yoklar" isimli kitaptan.
Teşekkürşer kitaP:)

Ekimlerden yaz yap bana..

"İstanbula taşınıyorum" demişti, gerçek gelmemişti.
Gerçekten gitti. Alıştık mı yoksa birşeyler değişmedi mi , bilmiyorum.
"Evleniyorum"demişti, gerçek gelmemişti.
Gerçekten evlenecek yarın. Alışacakmıyız, yoksa birşeyler değişmeyecek mi, bilmiyorum.
İnsanın çok yakın bir arkadaşının, hatta "ablasının"(didem olsa çok kızar) evlenmesi değişikmiş. Sadece benden bir yaş büyük olduğu için değil, bana bir çok konuda ablalık ettiği için "abla" o.
Mutlu olsun çok, hiç üzülmesin, delilere güldüğü gibi, hep deli deli gülsün inşallah.
Güzel gözleri kadar güzel bir evliliği olsun.
Benimle dünyayı gezmeye devam etsin, bıraktığımız yerden:)
Seni çok seviyorum pasham.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Gülüne Su Ver, Unutma!

Neyir evleniyor! Sadece 10 gün sonra. Ve ben iki hafta üst üste İstanbul'un kollarındayım. Bu hafta sonu kına, sonra da düğün.Neyir'in evlenişinin bünyemde hasıl olduğu hissiyatlarsa bir başka yazının konusu...
Gidiyorum!Sanırım en çok da gitmeyi seviyorum. Her gidişimde üşenmeden not defterlerine 48 -60 arası götürülecekleri not ediyorum. Bir yere gittim mi ne eksik ne fazla kalıyorum. Siz otobüste, uçakta çantanızda ne arıyorsanız, otel odasında bavulunuzu talan edip de neyi unuttum diyorsanız; o bende!
Aslında çok düzenli ya da titiz bir insan olmama rağmen, belki de seyahatleri çok sevdiğimden, gidişlere üzerinde çalışarak ve netice de eksiksiz hazırlanıyorum. El kreminden, uyku gözlüğüne, dikiş setinden, ayaklarımın otobüste üşüme ihtimaline karşı yanıma alacağım çoraplara kadar herşeyi not ediyorum.( Tatil listelerimin;günü birlik, deniz tatili, kış tatili şeklinde çeşitleri olmakla birlikte, yine de benim favorim sıfırdan yazmak ve eşyaları toparlayıp, yanlarına tik atmak .)
İş hayatında da böyleyim, notlarla yaşıyorum, , renkli kağıtlarım, kalemlerim, defterlerim yoksa ben bir hiçim.
Gitmeyi mi yoksa daha çok kırtasiyeyi mi seviyorum, onu da bilmiyorum.
Ama geçen hafta iş için Çubuk'a giderken bile kendine yolluk hazırlayıp(brownie,meyva suyu, sakız,mp3,kaşarlı mini sandviçler ve sudan oluşan) yola çıkan ve oradan üşenmeyip turşu alan bir insan olarak seyahati uzun kısa diye ayırt etmiyor, ciddiye alıyorum.
Hasret kaldığım İstanbul'a biraz erken kavuşmak için , didottiyle Cuma geceden gidiyoruz. Didem'le kuşadasından sonra yine başbaşayız:) Bekle bizi İstanbul, özledik seni..

4 Ekim 2009 Pazar

Çevirmeden korkasaydık, trene binmezdik...

Üniversite yıllarında, hukuk okumanın talihsizliği sebebiyle gece hayatına vize sonrası ve final sonrası olmak üzere nadir günlerde dahil olurduk. Tabii bu nadir günlerde de Ankara’nın suyunu çıkarırcasına gezer, gece dört beş mekanı turlamadan rahat etmezdik.

Üniversite sonrası zorunlu staj döneminde ve ondan sonrasını izleyen bir yıl boyunca da haftanın 3-4 gününü dışarılarda gezerek geçirmiştik.

Sanırım amacımız "çalışıyoruz ama hayatımız bitmedi, çok eğleniyoruz" diyebilmekti. Ama perşembeleri murphysler, hafta içi Bienler, haftasonu sabahı bulmalar derken bi yerden sonra tükendik. Gece deli gibi dans ettikten sonra, incecik kıyafetlerle Ankara ayazında arabaya yürümenin, bas bas müzik çalarken, bas bas bağırarak konuşmanın, duman altı mekanların bünyemizi etkilememesi kaçınılmazdı. Akabinde paramızın ne de çabuk bittiği gerçeğiyle de yüzleşmemizin ardından bu hızlı hayatı biraz daha yavaşlattık.
Sosyalleşmek yerini tek mekanlı gecelere, güzel yemeklere, ev partilerine bıraktı.

Bu Cuma akşamı içinse plan inna(?) konserine gitmekti. Ama günlerden cuma olduğu anda o kadar yorgundum ki, planım sadece uzun süredir göremediğim utkuşu görmek ve 10 gibi eve dönmekti. Derken utku aradı, mehmetlere uğrandı,evine hayran kalındı, on üstünden on verildi, "evde kahve içmek de ne güzel, amanda aman" derken, mehmet dışarı çıkmam buyurdu, utku ve ben çıkalım dedik, kapıdan çıkarkense 3 kişiydik ve birden kendimizi flat de bulduk, havanın üşütmeyen haliyle orada hoş beş edip, görmediklerimizi görüp iki lafın belini kırdıktan sonra, biene geçtik. Flatin karanlık ve bebelerle dolup taşan ortamından sonra biende keyiflendik. Konuştuk, dertleştik, hayaller kurduk, dünyayı kurtardık, "10 sene önce bu zamanlar tanışmıştık" dedik, şaşırdık.Aslında hep birlikte birşeyler yapıp biryerlere gitmemize rağmen, bu seferde çekirdek takılmanın keyfine vardık.
Kapıdan çıkarken "e hoksa da gider miyiz ki" dedik, iki bilindik şarkıda salındık, hoksun lounge kısmını da gördük beğendik, hoksta arkadaşların arkadaşları ile karşılaşmanın ve “zeki bar” a gitme muhabbetinin ardından da, yıllardır adını duyup da gitmediğim efkar mekana ulaştık. Gecenin ilerleyen saatlerinde içeri giren her tipe şaşkın şaşkın baktım, dışarıya “gözükmek, kesmek, kesilmek” için çıkmış havasında olanların ağırlıkta olduğu, ama her türden tipin bulunduğu bir ortamda, efkar şarkılarla kendinden geçme ayini yapıldığını kavradım, iki üç şarkıda bende katıldım. Ve saat 3 ü geçerken eve ulaşınca gece çıkmama rekorumu yitirmiş bulunmaktaydım.Mehmet ve Utku; iyi ki varsınız:)
Cumartesi ise erkenden odamı toplamak için uyanıp, tüm o yorgunlukla ulus'a , oradan tunalıyagidip, baharla İstanbul misali bir gün yaşadık. Vitaminde sosili yedik, filamingo da takıldık, foto çektik, fotolarımızı görenler "aa burası istanbul mu" dedi, güldük.
Akşam bitanecik arkadaşım taze evli Candan'a gidip , lezizz mi lezizzz yemeklerinden yedik, yeteneğine hayran kaldık, sen artık " olmuşsun" dedik, çok güzel ağırlandık, hasret giderdik, evini de çok beğendik.
Pazar teyzem de uyanıp, baharla koşarak yatağına atlayarak uyandırdık onu, livada güzel bir kahvaltı ve alışveriş yapıp eve geldik.

Uzun süredir asosyel gibi takıldığımdan olsa gerek bu haftasonu yorulmuş olsam da çok, iyi geldi.
İş çok yoğun, birikenler, yazılacaklar, duruşmalar, toplanmış, toplanamamış eşyalar derken, hepsini üst üste koyarsam tavana değerler...
Neyse ki havalar güzel:)

Fotolar: Geçen cumartesi Erdoğan düğmede çekildi. Burası çılgın bir yer olmuş , aşmış kendini.İki haftasonra evlenecek Neyroşumun kınası için süs püs alındı. Bir de kürşad bana oradan hello kittyli çıkartmalar aldı, kafalarında aşçı şapkası varmış , sonradan farkedip, mutlu oldum.

1 Ekim 2009 Perşembe

Doğur dedin bana kurabiye gibi çocuklar..

Bir şarkı vardı.
Sonbahar gelince dinlerim. Hep dinlerim.
Bahar bir şarkı koyunca geldi aklıma.
Bu da benden olsun.

"Sofrandaki kırıntılar kadar bile mi olamadım?"

28 Eylül 2009 Pazartesi

Hediye


Bahrisiz pasta yapmak zor.

Bahrisiz foto çekmek de zor.

Bir hoşgeldin bebek konseptli doğum gününün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Esen kalıN:)

27 Eylül 2009 Pazar

Sütlaç

Sen benim en iyi arkadaşımsın.
Sütlacım, gece korkunca yanına yattığımsın.
En güzel yemekleri, pastaları yapan, ne yaparsan yap çok güzel yapan, biricik, sabırlı öğretmenimsin.
Kibar kibar hatalarımı düzelten, benden bıkmayan bir pamuksun.
Aslında sen benim ablamsın.
Dünyadaki en mütevazi sanatçısın
ve ben seni dünyalar kadar çok seviyorum.
Bugün sen yokken ve ben sana pasta yapmaya çalışırken anladım ki sen benim öbür yarımsın, yetenekli olanımızsıN:)
Bugünlerde beni bırakıp İstanbul'a gidecek olman fikri ne kadar acıtsa da canımı, beni korkutsa da, senin sen olabileceğin, severek çalışabileceğin ve mükemmel işler çıkartabileceğin iş Çin'de bile olsa gitmelisin, nerde olursan ol hep seninleyim. İyi ki doğdun bayim, iyi ki bizimlesin.
Sen bizim evimizin baharısın.
Dip Not: Mehmet'in hediyesini görünce kafayı yiyeceksin!Ayrıca hiçbir zaman duygularımı ifade etmede senin kadar başarılı olamıyorum, yazımla idare et:)

24 Eylül 2009 Perşembe

Emo Beho

Allahım şu an önümde kırmızı kapri skinny pantalonuyla gezen Behlül mü?

Behlül Emo mu oldu?

GQ fazla mı okudu?

Kaçıııııııın!

Görseli nete düşünce haber verin de ekleyeyim bi zahmet:)

Laylaylom

Neşeliyim işte bugün. Sonbahar geldi, havalar soğuyacak diye şikayet etmeyeceğim.(o günler de gelir yakında)

Hava güneşli, üstümde bir hırka üşümüyorum.

Ben inat ediyorum, kasım olana kadar çorap giymiyorum. Üşüyorum, karnım ağrıyor ama diretiyorum.

Karadeniz kızı olmama rağmen hamsi sevmiyorum, ama sakaryadan geçerken az önce, balık kokularıyla mest oldum. Balık kokusu İstanbulu getiriyor. Gözlerimi kapıyorum, Kadıköy çarşısında oluyorum.

O balıkların yüklü olduğu kamyonu takip edip, hale kadar gelen şaşkın martılar görüyorum bazen, onlara gülüyorum.
Yudumla balık ekmek yeme vaktidir. Hoşgeldin sonbahar, hediye gibi geldin.
Foto:Dilek tutan bir ben, bir bahar günü, bir Prag.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Dişi Avukat Stajyerlerine Tavsiyeler..

1-)Lütfen o komik döpiyesleri giymeyin. Hatta 40’lı 50’li yaşlara geldiğinizde de giymeseniz olur bence. Ya da en azından o yaşlara geldiğinizde giyin ki, taşıyabilen bir halde olun. Ama lütfen ciddi görüneceğiz diye adliyede penguen sürüsü misali gezmeyin, grilere siyahlara boğulmayın, ciddi olalım derken, sıkıcı olmayın!

2-)Evet hem şık hem de mesleğe uygun bir ciddiyette giyinmek zor zanaat ama lütfen araştırmacı olalım, kolaya kaçmayalım. Siyah kumaş pantolon giydiğimizde beyaz gömlekle kombinlediysek bile araya şahsi bir şeyler sıkıştıralım; renkli bir fular takalım, takılarımızı konuşturalım, ayakkabıda risk alalım.

3-)Kız milleti olarak çenemizi tutmakta bir hayli zorlansak da , asansörlerde, adliye personelinin her an bir köşeden fırladığı metro ve ankarayda “şu kalemdeki adam da neydi, aman o hakim ne gıcık”tarzı konuşmalardan kaçının. Hangisinin tanıdığıyla dip dibe olduğunuzu asla kestiremezsiniz.

4-)Adliye stajına başladığınız ilk gün elinizde koca evrak çantalarıyla çıkıp gelmeyin. Allah aşkına henüz avukat yanı stajına bile başlamamışken, içini neyle doldurursunuz ki?(Bu sözüm yaz tatilini veya okuldaki yıllarını avukat yanında çalışarak geçirenleri muaf tutarak söylenmiştir.)

5-)Topuklu ayakkabı giyme konusunda ısrarlıysanız, çantanızın bir yerine ufak bir babet de sokuşturuverin, çünkü bütün gün oradan oraya koştururken zavallı ayaklarınız isyan edecektir. Ayrıca bavul gibi kadın çantası yapan modacıların bu buluşu bir işe yarasın ama değil mi? (Ağrısız sızısız yüksek topuklarla salınabilen şanslı azınlıktansanız, sadece önünüzde saygıyla eğilirim)

6-) Mütevazi olun. “Ben 4 yıl senden azar işitmeye mi okudum, bu işleri mi yapmaya devirdim o kitapları” edalarını bir kenara bırakın. Stajyerlik de askerlik gibi, mantık aramayın. Tabii kendinizi ezdirmekle, mütevazi olmak arasındaki ince çizgiyi de korumak gerek! Ayrıca size hiçbir şey katmadığını düşündüğünüz, kalem personelince size yüklenen angaryalarda aptala yatın, hata yapın, bakın bir daha size iş veriyorlar mıJ

7-)Hakim ve savcıların yanlarında yaptığınız stajda ne istedikleri konusunda dikkat kesilin. “Her gün geleceksin, staj bitince geleceksin, duruşmalara geleceksin” şeklindeki farklı isteklerin karşılığını verin.

8-)4, 6 ve 7. maddeler erkek stajyerler içinde geçerlidir. Hatta 3. madde ile ilgili olarak bizden daha dedikoducu olan karşı cins, ilgili maddeye dişilerden daha çok riayet etmelidir. Ancak erkek stajyerler “karşıki dağları biz yarattık” modunda takıldıklarından onlar için ne desek boştur.


Dip Not: Her ne kadar aşk hayatı bahtsız olsa da, Larry'sini , Billy'sini ellere kaptırsa da, Allah hepinize Ally Mc Beal'ın ki gibi hareketli bir ofis, deli arkadaşlar ve bol kazanç nasip etsin:)

22 Eylül 2009 Salı

Çarşambayı Sel Aldı.

Herkes C. Dündar'ın aldatma vakasını konuşa dursun, bundan takriben 2 yıl önce ,yağmurlu bir günde, Ankara'da, Bien'de, bir grup arkadaşımla hoş beş ettiğim esnada, yanında Fazıl. S'nin ve bir grup ergenin bulunduğu bir masada görmüştüm kendisini, bir kızın kulağına bir şeyler söyleme ve kulağını yalama arasında gidip gelirken. Bir arkadaşım hafif çakır keyifken ve durup durup "aaa Uğur Dündar'a da bak senn" derken, arkadaşımızın kafasının karışıklığına gülmüştük.

Ayşe Arman malum fotoğrafı değerlendirirken bile onu romantik bulmuş. Ama o gece gördüğüm görüntüler sözde romantik adamdan soğumama vesile olmuştu. Kimse romantik kimse şair olmak zorunda değildi, herkesin de böyle vakalar başına gelebilirdi lakin iki yüzlü şiirler yazmamalı mıydık acaba?

Ya da insan iki klişe hikaye yazıp, aşk üzerine şiirler döktürdü diye o ülvi duygusal kişiliğinden sıyrılamaz mıydı? Onun içinde de hepimiz gibi bir pislik olamaz mıydı?

Şimdi bütün kadınlar C.D sayesinde , dünyada bir yerlerde iyi(!) erkekler olduğuna inanıyordu da, hayalleri mi yıkıldı?

Onu merak ettim ben.

Bunca gündür bloguma girememe-yazamama üstüne neden bu konuda böyle saçma bir yazı yazdıysam?

18 Eylül 2009 Cuma

Ey Aşk Nerdesin?

Perşembe akşamları atv 'de yayınlanan bu diziyi seviyordum ben. Konuşmalar yapmacık değildi, karakterler birşey söylemeden önce birbirlerine bön bön bakmıyorlardı, germiyordu, güldürüyordu, , kıyafetler güzeldi, replikler gerçek, oyuncular iyiydi.
Aşk-ı Memnu yeni sezonda yayınlanmaya başlayınca gününü değiştirirler diye umud etmiştim zira kuvvetli rakibinin karşısında reytinginin düşmesi kaçınılmazdı ama diziyi aynı gün geç saate almayı tercih ettiler. Derken kötü haber de geldi. Dizimiz yayından kaldırılıyormuş ve bu akşam finalmiş. Ama gazeteden yapımcı ile kanalın anlaşamadığını ve başka kanallarla görüşüldüğünü öğrendim.

Buradan tvcilere sesleniyorum, ben yaprak dökümü gibi ağlak dizileri seyredemeyen, dizilere biraz istanbulu görmek, azıcık kıyafet bakmak için göz atan bir izleyici haline geldim madem, mesela pazartesi, salı bu türk romanı fırtınalarının olmadığı bir gün yayınlayın şu diziyi de izleyelim, ne dersiniz?

Gidin azıcıkda "şaşıfelek çıkmazı", "biz size aşık olduk","nasıl evde kaldım" gibi diziler çekin ya, olmaz mı?

17 Eylül 2009 Perşembe

...

Bu konuda sayfalar dolusu yazdım aslında.
Sonra sildim.
Öfkeliyim ve utanıyorum.
İnternette okuduğum bir sürü yorumdan, o resim atölyesine asılan pankarttan onları yazanlar adına utanıyorum ben.
Öldürme fiilini işleyen ya da işleyenler kadar, o bebeyi saklayanların, kollayanların, en çok da bir sürü ihmale imza atan yetkililerin , terbiyesiz c. cerrahın, onun gibi düşünen örümcek kafalıların ve daha nicelerinin de o pisliği yapan kadar suçlu olduğunu düşünüyorum.
C.G'nin saçma salak konuşan, çocuğa acıdığını söylecek kadar aptal olan avukatından da utanıyorum.
Teslim olmuş birini yakalamış edalarında açıklama yapan yetkililerden de tiksiniyorum.
Yazık.
Adalete değil mevkiinize güvenin.

Dip Notlar: İyi ki o baba delirdi de o kadar dikkat çekti.
İyi ki konu(iyi veya kötü bir şekilde) gündemden düşürülmedi.
Keşke Y.Zorba hala K. ailesinin avukatı olsaydı .

15 Eylül 2009 Salı

Luv



Beni mutlu ettiniz.