27 Aralık 2018 Perşembe
merve mektup 2018 (yanıtlı versiyon)
spor konusunda nasıldım?
6 ay çok iyiydim. ama bir ara arayı çok açtım. 112 kez antreman yapmışım. ki buna saatimi takmadığım günler değil. ama beslenmede epeyce sapıttım. olsun kız. iyi yedin. 2019 da yemezsin.
16 Kasım 2018 Cuma
ervah-ı ezelden
nurcanın sarı pırasa saçları, burnunda çilleri var. yüzünde kocaman bir gülümseme. hep gülen bir yüzü var. sanki o gülümsemenin ardında üzüldüğü şeyler var. ama geçer be nurcan. geçmez mi?
nurcanın tertemiz kalbi var. sen nereden biliyorsun? hissedersin. avukat nurcan, ama seramik yapar. buluşalım deriz buluşamayız. bir akşam acıklı şarkılar açmışız. hani fazla aşk acınız var mı dedirten cinsten. hani soğuk bir tepeye çıkıp, yere çömelip, üşüyerek, üşüdüğünün farkına varamayacak halde olmayı istemek. derken haber geldi. nurcan gitmiş. al sana acı. al sana göz yaşı.
sonra bu çaldı;
Dünyayı sevenler veli değildir,canım değildir
canı terkedenler deli değildir
insanoğlu gamdan hali değildir
her birini bir efkara yazmışlar
nurcanın tertemiz kalbi var. sen nereden biliyorsun? hissedersin. avukat nurcan, ama seramik yapar. buluşalım deriz buluşamayız. bir akşam acıklı şarkılar açmışız. hani fazla aşk acınız var mı dedirten cinsten. hani soğuk bir tepeye çıkıp, yere çömelip, üşüyerek, üşüdüğünün farkına varamayacak halde olmayı istemek. derken haber geldi. nurcan gitmiş. al sana acı. al sana göz yaşı.
sonra bu çaldı;
Dünyayı sevenler veli değildir,canım değildir
canı terkedenler deli değildir
insanoğlu gamdan hali değildir
her birini bir efkara yazmışlar
13 Kasım 2018 Salı
paralel evren
paralel bir evrende benimle olduğunu bilsen, ama bu dünyada ben seni tanımasam, hatırlamasam, peşime düşer miydin, beni arayıp bulur muydun dedi. o spordayken bunu düşünmüş, peşime düşermiş, ama korkmayayım diye bunu hemen bana söylemezmiş. fakat beni tanıdığı için, benim sevdiğim şeyler yaparmış. beni sushi yemeye götürür, kitapları, resimleri, müzikleri sevdiğimi bildiğinden o konularda sevdiklerimden bahsedermiş. ben de dermişim ki kürşad bey beni ne kadar iyi tanıyor:)
yemeğe gittiğim, çok da tanımadığım adama bey diyorum diye epeyce güldüm.
ama bu tatlı bir konuşmaydı.
unutmak istemedim.
yemeğe gittiğim, çok da tanımadığım adama bey diyorum diye epeyce güldüm.
ama bu tatlı bir konuşmaydı.
unutmak istemedim.
30 Ekim 2018 Salı
öpsem öpsem ellerini
Akşam muhabbet nereden bizi oraya getirdi bilemiyorum. Bryan Adams'a ne oldu geyiğine başladık. Bir kaç eski şarkı dinleyip, Ghir Enta'yı sonra da yoututube'da Soud Massi'nin canlı performansının olduğu bir video açtık. Son günlerde okuduğum bir kitapta, kaybettiğiniz sevdiklerinize, gün içinde anlar armağan edebilirsiniz minvalinden bir öneri vardı. Ben de şarkının başında çalan ud taksimini dedeme hediye ettim. Dinlerken ellerini düşündüm, ellerini öperken duyduğum sabunla karışık taze limon kokusunu, ellerinin o hafif pütürlü halini, rengini. Hediyem ulaşır mı, ulaşmaz mı diye düşünmeden, o melodiler beni onunla keyifle müzik dinlediğimiz anlara götürdü.
Bu sabah metro merdivenlerinden çıkarken birden gitar sesi duydum. Hasret çalıyor. Dedem hediyemi almış, bana yeni bir hediye etmekte de hiç gecikmemiş bile.
Bu sabah metro merdivenlerinden çıkarken birden gitar sesi duydum. Hasret çalıyor. Dedem hediyemi almış, bana yeni bir hediye etmekte de hiç gecikmemiş bile.
7 Eylül 2018 Cuma
eylülün istanbulu
eylülün istanbulunu çok severim.
çünkü bir eylül burda güzel geçerse bütün eylüller sana onu anımsatır.
eylülün istanbul'unda, kürşad işten erken çıkar, haribyede buluşuruz, dolmuşla beşiktaşa iner, ordan bembeyaz bir motora atlar, akşam güneşinde üsküdara geçeriz, hava ne soğuk, ne sıcak, manav tezgahlarını dolaşırken bana bir file alırız. içini kadıköyde doldururuz. çarşıdan yokuşu çıkar, beyaz fırının tezgahlarına, papağandaki kuruyemişlere bakarız. fazıl bey'den gelen kahve kokusunu içimize çeker, çiya da yemek yeriz.
çünkü bir eylül burda güzel geçerse bütün eylüller sana onu anımsatır.
eylülün istanbul'unda, kürşad işten erken çıkar, haribyede buluşuruz, dolmuşla beşiktaşa iner, ordan bembeyaz bir motora atlar, akşam güneşinde üsküdara geçeriz, hava ne soğuk, ne sıcak, manav tezgahlarını dolaşırken bana bir file alırız. içini kadıköyde doldururuz. çarşıdan yokuşu çıkar, beyaz fırının tezgahlarına, papağandaki kuruyemişlere bakarız. fazıl bey'den gelen kahve kokusunu içimize çeker, çiya da yemek yeriz.
mandalina kokusu
mandalina kokusu beni mutlu ediyor. kafamda anılar canlanıyor.
okuldayım. maltepe'de. büyük bir sınıfta küçücüğüm.
hava kararmış. florasan ışıklar aydınlatıyor sınıfı. kaç yaşındayım?
8 belki 9. ama 10 değil. çünkü baharla aynı okulda olduğum yıllarda olduğu gibi abla abla hissetmiyorum henüz.
sınıf mandalina kokuyor.
ben evimizi düşünüyorum.
evimizde de hava karardı mı? annem ne yemek yaptı?
mandalina kokusu huzur veriyor.
evdeyiz bu sefer, hava soğuk mevsim kış. gülüyoruz. ertesi güne bir sınav, ödev yok. tv açık. turuncu battaniyenin altında uzanıyoruz. belki soğuk parmaklarımız baharla birbirine değiyor. annem mandalina getiriyor, babam soyuyor.
okuldayım. maltepe'de. büyük bir sınıfta küçücüğüm.
hava kararmış. florasan ışıklar aydınlatıyor sınıfı. kaç yaşındayım?
8 belki 9. ama 10 değil. çünkü baharla aynı okulda olduğum yıllarda olduğu gibi abla abla hissetmiyorum henüz.
sınıf mandalina kokuyor.
ben evimizi düşünüyorum.
evimizde de hava karardı mı? annem ne yemek yaptı?
mandalina kokusu huzur veriyor.
evdeyiz bu sefer, hava soğuk mevsim kış. gülüyoruz. ertesi güne bir sınav, ödev yok. tv açık. turuncu battaniyenin altında uzanıyoruz. belki soğuk parmaklarımız baharla birbirine değiyor. annem mandalina getiriyor, babam soyuyor.
6 Eylül 2018 Perşembe
haydar haydar
ışık almayan odanın ortasındaki beyaz duygusuz masada karşılıklı oturuyoruz.
oturduğum yerden sokak görünüyor. masadaki bilgisayardan hafif bir klasik müzik geliyor.
handel olabilir mi? olabilir. sarabande olabilir mi? neden olmasın? ikimiz de müzik dinlemekten keyif alıyor gibi yapıyoruz. Sizli bizli, hanımefendili, beyefendili yalandan konuşmalar. Keyif falan almıyoruz aslında, ben şuradan kendimi sokağa atsam, gözlüklerimi geçirip, yokuşu çıkarken, doya doya bir ağlasam diye geçiriyorum içimden. Karşımdaki ne düşünüyor acaba? Apartmanın sokağa çıkan merdivenlerinde el sıkışırken beni aşağı itmeyi mi?
Uzun süredir kafesimin dışında kalan insanlardan uzağım. Kafesimde ise dertler benzer. Dövizin yükselişi, alınan kilolar, paranın yetmeyişi, İstanbul'un insanı bitirişi, konuyu en fazla "bu hayat nereye götürüyor bizi"ne kadar getirip, akşam yine dizlerimizi çekip uyuyoruz. Bizleri uykusuz bırakacak dertlerimiz yok çok şükür.
Kafesimin dışına çıkmayı unutmuşum. Oysa erkenden beyazlamış saçlarımı, yüzümdeki o hüzünlü kırışıklıkları dışında geçirdiğim günlere borçluyum.
Görüşmemiz bitiyor, sokağa çıkıyorum, kimse beni merdivenlerden aşağı atmadı, ben de ağlamadım.
Taksi bulamıyorum. En sonunda içinde yolcu olan bir taksi, müşterisini az ileride indirip beni almayı teklif ediyor. Kabul ediyorum. Arap müşterileri Nusret'in önünde indiriyoruz.
Taksici başlıyor anlatmaya, kızı özürlüymüş. ama ağır değil, hafif derecedeymiş, Mecidiyeköy'deki okula gitmesini istiyormuş, okul otel gibi tertemizmiş. Kızını bir görsem benden bile güzelmiş, alımlıymış, dışarıdan gören kimse onun özürlü olduğunu düşünmezmiş. Ama o kızının özrünü kabullenmiş bir babaymış. Bugün beni bıraktıktan sonra, geçen sene onu kabul etmeyen okula kızını tekrar teste götürecekmiş.Eşi bu duruma çok sevinmiş, baba olarak kızıyla ilgilenmesi hoşuna gitmiş. "Ne iyi bir babasınız" diyorum. "Benim gibi baba olmak da ne var, asıl eşim çok iyi bir Anne, o olmasa ben kızıma bakamazdım" diyor. "Olsun" diyorum, ne babalar var, bu durumda eşlerini terk edip giden.
Taksiden iniyorum, kafesime doğru ilerlerken düşünüyorum, bir yerlere para göndermekle, hediyeler almakla olmaz. birbirimize karışmamız, birbirimizi dinlememiz, derdimizle dertlenmemiz, hal hatır sormamız gerek. ama nasıl?
oturduğum yerden sokak görünüyor. masadaki bilgisayardan hafif bir klasik müzik geliyor.
handel olabilir mi? olabilir. sarabande olabilir mi? neden olmasın? ikimiz de müzik dinlemekten keyif alıyor gibi yapıyoruz. Sizli bizli, hanımefendili, beyefendili yalandan konuşmalar. Keyif falan almıyoruz aslında, ben şuradan kendimi sokağa atsam, gözlüklerimi geçirip, yokuşu çıkarken, doya doya bir ağlasam diye geçiriyorum içimden. Karşımdaki ne düşünüyor acaba? Apartmanın sokağa çıkan merdivenlerinde el sıkışırken beni aşağı itmeyi mi?
Uzun süredir kafesimin dışında kalan insanlardan uzağım. Kafesimde ise dertler benzer. Dövizin yükselişi, alınan kilolar, paranın yetmeyişi, İstanbul'un insanı bitirişi, konuyu en fazla "bu hayat nereye götürüyor bizi"ne kadar getirip, akşam yine dizlerimizi çekip uyuyoruz. Bizleri uykusuz bırakacak dertlerimiz yok çok şükür.
Kafesimin dışına çıkmayı unutmuşum. Oysa erkenden beyazlamış saçlarımı, yüzümdeki o hüzünlü kırışıklıkları dışında geçirdiğim günlere borçluyum.
Görüşmemiz bitiyor, sokağa çıkıyorum, kimse beni merdivenlerden aşağı atmadı, ben de ağlamadım.
Taksi bulamıyorum. En sonunda içinde yolcu olan bir taksi, müşterisini az ileride indirip beni almayı teklif ediyor. Kabul ediyorum. Arap müşterileri Nusret'in önünde indiriyoruz.
Taksici başlıyor anlatmaya, kızı özürlüymüş. ama ağır değil, hafif derecedeymiş, Mecidiyeköy'deki okula gitmesini istiyormuş, okul otel gibi tertemizmiş. Kızını bir görsem benden bile güzelmiş, alımlıymış, dışarıdan gören kimse onun özürlü olduğunu düşünmezmiş. Ama o kızının özrünü kabullenmiş bir babaymış. Bugün beni bıraktıktan sonra, geçen sene onu kabul etmeyen okula kızını tekrar teste götürecekmiş.Eşi bu duruma çok sevinmiş, baba olarak kızıyla ilgilenmesi hoşuna gitmiş. "Ne iyi bir babasınız" diyorum. "Benim gibi baba olmak da ne var, asıl eşim çok iyi bir Anne, o olmasa ben kızıma bakamazdım" diyor. "Olsun" diyorum, ne babalar var, bu durumda eşlerini terk edip giden.
Taksiden iniyorum, kafesime doğru ilerlerken düşünüyorum, bir yerlere para göndermekle, hediyeler almakla olmaz. birbirimize karışmamız, birbirimizi dinlememiz, derdimizle dertlenmemiz, hal hatır sormamız gerek. ama nasıl?
27 Ağustos 2018 Pazartesi
these streets will never look the same
Strazburg caddesi başında araçtan
iniyorum. Her zaman yaptığım gibi düz devam etmeyip, bu sefer sağa
kıvrılıyorum. Ankara sıcak. Topuklu ayakkabılarımla hızlı hızlı yürüyorum. 13
yıllık ciddi bir avukatım ben. O kadar topuk olacak. Sokağın sonuna doğru bir
iş hanına giriyorum. 3. Kata kadar yürüyerek çıkıyorum. İçeri girip görüşeceğim
kişilerle tanışıyorum. Karşımdaki kadın “ne kadar da genç bir
meslektaşımızsınız, çok mutlu oluyorum böyle gençleri görünce” diyor. Çok da genç
sayılmam aslında. Sonrasında benden 3 yaş küçük olduğunu öğreniyorum. Bizi
yaşlı gösteren yüzümüzdeki çizgiler değil, tavrımız olabilir mi?
İşim bitince tekrar sıcak
sokaktayım. Sıhhiye’ye doğru yürüyorum. Köprü altındaki çarşıya giriyorum.
Soldaki telefoncu kapatmış, sağda bıçak satan dükkan yerinde. Burada bıçak
satılır, gece yarısı biri diğerini, bu dükkandan aldığı ile bıçaklar köprü
altında. Bunu düşününce sabah İstanbul’dan yola çıkmadan, Ayazağa’dan yokuşu
çıkan, açık camdan eve dolan, sabah ezanıyla bıçak gibi kesilen kadın erkek
çocuk çığlıklarını hatırlıyorum.
Çarşıdan çıkıp, soldaki
merdivenlerden köprü üstüne çıkıyorum. Merdivenlerde sadece fişler, izmaritler
yok. Bayan Açelya’nın numarası da var. Bayan Destina’nın kartını görünce değişikliği fark ediyorum.
Kartlar da “Bayan” ların fotoğrafı yok, meşhur kartlar da zamanla
muhafazakarlaşmış olabilir mi?
Köprü üstünden Abdi İpekçi
parkına bakıyorum. 8 yıl süreyle her
sabah selamlaştığım ağaç orada. O
zamanlarda aklımdan geçenleri hatırlıyorum. Ben hep bu yoldan mı yürüyeceğim
ağaç? Ben bir gün buralardan yürümezsem beni hatırlayacak mısın?
O parkta tanıştığım açlık
orucundaki öğretmenler, kot kumlama işçisi Ahmet ağabeyi anımsıyorum.
Parkın ortasında Metin
Yurdanur’un gökyüzüne açılmış elleri. İçimin dolu dolu olduğu, gözyaşlarımın
donup kaldığı bir iş günü, o ellere çıkıp, 3 gün orda yatıp, grev yapmak
istemiştim de, kısmet olmamıştı.
Köprüden inip, Dış Kapı otobüsüne
atlıyorum. Çünkü eskiden, Cumaları öğle tatillerinde dükkana gelirdim. Sağımda
Dil Tarih. Bazı öğlenler dışarıda yiyeceğim deyip, yemek yemeden oturduğum
banka bakıyorum. Kocaman bahçede hala sere serpe yatan biri yok. Minik bankım
da dolu.
Sonrası Olgunlaşma Enstitüsü,
Ankara Radyosu, Resim Heykel Müzesi.
İller Bankası’nın artık olmadığı
yere gelince, kafamı camdan içeri çeviriyorum.
Ulus’ta iniyorum.
Dükkandan gelen helva kokusu.
Bugün dedem gideli 11 yıl olmuş.
Yürüdüğüm yollara soruyorum,
Dedem de geçti buralardan. Onu hatırlıyor musunuz?
cherry i hate
her yazın bir şarkısı var. bu yazınki cherry. chromatics'den.
Cherry
Tells me some things I don't want to know
And I can't see
A light at the end for us anymore
But I can't keep crying
All of the time
No, I can't keep crying
All of the time
Cherry
Can be very sweet when she needs a friend
But it's only
A mask that she wears so she can pretend
And I can't keep running
All of the time
No, I can't keep running
All of the time
Cherry
I hate…
iskeledeyim. ıslak mayomu 2'den sonra değiştirmemişim, üzerimde kurumuş. saçlarım, tenim, kitabım, tuzlu ve sıcak. neşeliyim. güneş batmak üzere. denizin üzerindeki tatlı ışığı seyrediyorum. müzikle uyumlu, kıpır kıpır. şarkı bitiyor. iskeleden denize atlıyorum. güneş şimdi kaybolmuş. dalgalarda ışık yok. lacivert bir kadife. ağır ağır yüzüyorum. dünya çok güzel.
30 Temmuz 2018 Pazartesi
araya mola-bir temmuz günü
yazılara devam edecek miyim?
bilmiyorum.
sıcak bir temmuz günü.
metroyla şişhane'deyiz.
sokaklar eskisi gibi mi? ben mi öyle görmek istiyorum?
metrodan çıkıp peray'a doğru yürüyoruz.
müzeye geldik.
istanbul'da deniz sefası.
çok duygusalım.
istanbul'un şimdisine ağladım biraz.
sonra film izleyeceğiz.
sonsuzluk ve bir gün.
film başladı.
"dedeme göre zaman bir çocukmuş ve sahilde iskambil oynarmış"
eleni karaindrou'dan eternity and a day çalmaya başladı.
ben de ağlamaya başladım.
filmin sonuna kadar da ağladım.
filmden çıktık.
üşümüşüz.
sıcak iyi geldi.
şişhaneye doğru yürüdük tekrar.
yürürken iki ergenlik tartışıyor. diyor ki gözü yaşlı olan "ben seni sorguluyor muyum böyle bir filmde nasıl ağlamadın diye?"
ben kocaman gözlüklerimin ardında kırmızı gözlerimle geçtim yanlarından.
divan'a çıktık.
manzara ne güzel.
sonra indik.
yedik.
kiliseye gidelim dedim.
olur dedi.
bir mum yaktım, semih abi için.
tutmadı dilek.
sabaha erken saatte haberi geldi.
konyaya gittik.
üçümüz bir uçakta en son ne zaman bir yere gittik?
ağladık, üzüldük. geri geldik.
uçakta kırmızı aya bakıyorum.
yanımdaki yanındakine soruyor.
ölümden sonra kavuşmak var mı?
bilmiyorum.
sıcak bir temmuz günü.
metroyla şişhane'deyiz.
sokaklar eskisi gibi mi? ben mi öyle görmek istiyorum?
metrodan çıkıp peray'a doğru yürüyoruz.
müzeye geldik.
istanbul'da deniz sefası.
çok duygusalım.
istanbul'un şimdisine ağladım biraz.
sonra film izleyeceğiz.
sonsuzluk ve bir gün.
film başladı.
"dedeme göre zaman bir çocukmuş ve sahilde iskambil oynarmış"
eleni karaindrou'dan eternity and a day çalmaya başladı.
ben de ağlamaya başladım.
filmin sonuna kadar da ağladım.
filmden çıktık.
üşümüşüz.
sıcak iyi geldi.
şişhaneye doğru yürüdük tekrar.
yürürken iki ergenlik tartışıyor. diyor ki gözü yaşlı olan "ben seni sorguluyor muyum böyle bir filmde nasıl ağlamadın diye?"
ben kocaman gözlüklerimin ardında kırmızı gözlerimle geçtim yanlarından.
divan'a çıktık.
manzara ne güzel.
sonra indik.
yedik.
kiliseye gidelim dedim.
olur dedi.
bir mum yaktım, semih abi için.
tutmadı dilek.
sabaha erken saatte haberi geldi.
konyaya gittik.
üçümüz bir uçakta en son ne zaman bir yere gittik?
ağladık, üzüldük. geri geldik.
uçakta kırmızı aya bakıyorum.
yanımdaki yanındakine soruyor.
ölümden sonra kavuşmak var mı?
18 Temmuz 2018 Çarşamba
day 3-19/06/2018
Day 3
Sabah kahvaltısı
leccenin en eski pastanesinde Cotognata Leccesede bütün hamur işleri çok leziz.
İçerisi bağıra çağıra konuşan İtalyanlarla dolu. Oturmadan barda kahvelerimizi
içip cornettolarımızı yedikten sonra istikamet yine istasyon. Sıradaki durak
salento bölgesinin Osmanlı izleri taşıyan otranto'su.
Eski şehre iner
inmez, doğruca Otranto katedralindeyiz. Rivayete göre 8 Temmuz 1480’de
128 parçalık Osmanlı donanmasıyla Otranto açıklarında görülen Gedik Ahmed Paşa
18 bin kişilik bir kuvvetle İtalya çizmesinin tam topuğunda yer alan şehri
kuşatmış. İki hafta kadar dayanan şehir nihayet 11 Ağustos’ta ele geçirilince, Paşa daha önce fethettiği hiçbir yerde yapmadığı kadar şiddet
uygulayarak, 800 kişiyi din değiştirmeleri için zorlamış. Rivayete göre
aralarından bir terzi teklifi reddedince
Türkler de 800 kişiyi kılıçtan geçirmiş. Hatta ilk öldürülen terzi başsız
bedeniyle infazın sonuna kadar ayakta kalmış, yıkılmamış. Bunu gören Türk askerlerinden biri de dayanamayarak
Hıristiyan olmuş ama hemen çarmıha gerilmiş.
Bu
hikaye kilisenin duvarlarında ayrıntıları ile resmedilmiş, kilisenin iç
kısmında da o tarihte öldürülenlerin kafatasları mevcut ve oldukça ürkütücü.
Kilisede gezerken, yanımızda bir İtalyan yaklaşıyor, hikayeyi biliyor musunuz diyor, kürşad
da evet üzücü bir hikaye diyor, İtalyan adam istanbul’dan geldiğimizi duyunca resmen dehşete kapılıyor.
Sonrasında
Kürşad bu vahşeti araştırmak için kendini adıyor ve yabancı bir çok kaynaktan
konuyu araştırıp, öldürülenlerin 2013 yılında vatikan tarafından aziz ilan
edildiklerini öğreniyor, İlber hocamız da araştırmalarımızı destekler şekilde
görüş beyan etmiş. Şöyleki; Papalık Ortodoks inancına sahip olan bölgede halkı Katolikleştirmek
için çaba sarf ediyor ancak bir türlü tam başarı sağlayamıyormuş, Vatikan’ın gönderdiği piskoposlar bölgede
kabul görmemiş. Çok sayıda isyan çıkmış. Otranto
seferi ise 1479’da imzalanan Osmanlı-Venedik barış antlaşmasının hemen
ardından, Papalığın düşmanı Floransa hâkimi ünlü Lorenzo de Medici’nin teşviki
ile gerçekleşmiş. Dolayısıyla Osmanlı’nın Otranto’da bahsedildiği gibi aşırı
şiddet uygulamasının akılcı bir nedeni olmamakla birlikte öyle gözükmesinin
Papalık açısından faydası olduğu kesin. Çünkü ortada her dönemde olduğu gibi
bir ‘din siyaseti’ varmış.
Konuyu tüm boyutlarıyla araştırıp,
görevimiz sona erince sahile iniyoruz, iki şemsiye bir şezlong kiralayıp, bu
sefer de Ortanto'da denize giriyoruz. Kaleden sahile inerken daracık sokaklardan geçiyoruz.
Deniz aşırı temiz olmamakla birlikte
keyfili vakit geçirmemize yetiyor.
Dönerken yol üstünde tesadüfen
rastladığımız bir yerden sandviç ve cips alarak otobüsle tekrar Lecce'ye
dönüyoruz.
Akşam evimize varıp, giyinip
süsleniyoruz.
Üzerimde kırmızı bir etek var ve Kürşad sürekli herkesin bana baktığını söyleyip,Lecce’nin İspanyolu geldi
diye benimle dalga geçiyor. Bu akşam dün gelemediğimiz Torre de Merlino’dayız. Kürşad 4 peynirli harika bir pizza yerken benim
tercihim makarna.
Yemeğin üstüne ise
tekrar Alvinodayız ve lecceselerimizi içiyoruz.
Roma anfi
tiyatrosunun duvarlarına oturup gelene geçene bakıyoruz. İçimden bir ses
lecceyi özleyeceksin diyor.
27 Haziran 2018 Çarşamba
Day 2-18/06/2018
Day 2
Sabahtan dün çok
beğendiğimiz doppio zerodayız, Kürşad peynirli omletli bir kahvaltı tabağı
alıyor, ben kruvasan, tereyağ ve reçel yiyorum, birer cappucino ile
taçlandırdığımız kahvaltımızı Gallipoli'ye gitmek üzere sonlandırıyoruz.
Lecce’de biletileri
alıp trenin nereden kalkacağını anlamaya çalışıyoruz , ikimizde ayrı yönlere
gitmişiz, o sırada trenitalia üniformalı gençten bir çocuk karşıma çıkıyor, nereye gitmek istediğimi anlasa da bana nereden gideceğimi bir türlü
anlatamıyor, sonrasında elindeki valize aldırmadan, benimle trenin kalkacağı
yere kadar yürüyüp gösteriyor. İtalyanların bu yönü bizden farksız, dilini
konuşamasalar da sonuna kadar yardımcılar.
Sonrasında Kürşad'ı
buluyorum ve rayların üzerinden geçerek treni beklemeye başlıyoruz.
Tren geldiğinde o da
ne? Bu mazotla çalışan adeta ilk tren diyebileceğimiz eskilikte bir çılgın
ulaşım aracıJ
İçine bindiğimizde
dışının içinden daha yeni olduğunu görüyoruz, koltuklar deri, turuncu perdeleri
bile var ve tabi ki klima yok, bütün yol bunaldıkça kafamızı camdan dışarı
çıkartıyoruz.
Trenin içinde ise
herkes adete bir roman karakteri.
Kulağımda harika
müzikler , etraf çok güzel, bazen bir istasyonda uzun uzun bekliyoruz ama
bunlar bile bizi çıldırtmıyor. Bir günde sanki İtalyan olmuşuz, bu çılgın
yavaşlığa anında uyum sağlıyoruz.
öğle saatlerinde Gallipoli'de
trenden inip, eski şehir merkezine yürürken çevremiz tam bir hayal kırıklığı
sanki, ne zamanki balıkçıları görüyorum, işte o zaman gözüme güzel görünüyor.
Yine de buralar
turist kaynayan klasik İtalya’dan çok farklı. Deniz kenarına ulaşınca İtalyan
ailelerle ve genç arkadaş gruplarıyla karşılaşıyoruz. Bu sefer de aklıma "olağanüstü akıllı arkadaşım" kitabı geliveriyor. Kendimce bir lenu, bir solara ailesi
buldum bile. İskelenin yanında gördüğümüz şezlongların ne kadar olduğunu
öğrenmek isterken adam ücretsiz diyerek bizi şaşırtıyor, deniz inanılmaz temiz.
Plaj hafta başı olduğundan kalabalık değil ve kendimi dünyada minicik bir nokta
gibi hissediyorum. Dönerken ara
sokaklarına dalınca karşımıza bir dolu meyve sebze arabası ve sünger satan
tezgahlar çıkıyor. Her yerde acı kırmızı biberler asılı, üzerinde viagra
yazıyor. Dünyanın her yerinde önemli konular ortakJ Zamana aldırmadan,
sırayla denize giriyor, güneşleniyoruz.
Uzun uzun acele
etmeden, telaşlanmadan ve saate bakmadan zaman geçirmeyeli çok olmuş. Zamanı
yöneterek zamanı doğru kullandığımızı düşünürdüm ama burada yetişilecek saatler
olmayınca tam tersi zamanı çoğalttığımı düşünüyorum. Dönüşte bu sefer otobüsle
tekrar Lecce'deyiz.
Giyinip kuşandıktan sonra ne kadar acıktığımızı fark ediyoruz. Aklımızda bir akşam önce torre de merlino’da gördüğümüz
pizzalardan yemek var. Aklımızdakini okumuş gibi duran garsonsa pizza bugün yok
yarın var diyor. Peki nereye gideceğiz? İstikamet doğru osteia degli spiriti.
Bu mekanı michelin kitabında görmüşüm, gezici günlük de okumuşum, üzerine odamızı
kiralayan çocuk da önerince aklımıza daha iyi bir ihtimal gelmiyor. Mekan
oldukça şık ve dolu, rezervasyonumuz yok ama şansımıza mutfağın karşısında 2 kişilik bir masa boş, güler yüzlü
garsonumuz bizi oraya oturtuyor, tepemde harika seramikler, solumda çok güzel
bir tablo var. Mutfağın içine kaçamak bakışlar atmak ise benim için harika bir
fırsat. Burada güzel bir burrata, üç çeşit balıktan oluşan nefis bir carpaccio
yiyoruz, benim doymak bilmeyen ruhum, pirinç/patates kroket ve lecceye özel
hamur kızartmalarından da isteyince masamız bir şölen yerine dönüşüyor. Üzerine
ben patlıcanlı domates soslu ve yıllık ihtiyacımı karşılayacak kadar peynirle
dolu spagettimi yerken, kürşad bölgeye özel orreccihettisini deniz mahsulleri
ile yiyor. Uzun süredir yediğim en güzel yemek bu olabilir ve mekanda harika
müzikler çalıyor. Kalktığımızda çok tok ama çok mutluyuz.
Şehir de bir iki tur
atıp, kahve içmek için alvinoya gidiyoruz, birer espresso içip, yoldan gelen
geçeni izliyoruz. Puglia bölgesinde sevmediğim tek şey, kahvenin yanında
plastik minik bardakta gelen su olabilirJ Kahveden sonra Kürşad beni "mutlaka dondurma
yememiz gerektiği" konusunda ikna edince, yine yeniden nataledeyizJ Bugün bir de harika
bir tasarım dükkan keşfettik. İsmi Vico dei Bolognesi. Ama Euro karşısında
dükkan çok pahalı kalıyor, ben de gördüklerimi içime çekmekle yetiniyorum.
Odamıza doğru yürürken, tiyatro binasının önünde tatlı bir kalabalık var,
merdivenlerine oturup onları seyrediyoruz. Herkes oldukça şık ama en güzeli
herkesin gösteri sonrası tebrik çiçekleri. Tüm eller dolu dolu, kiminin elinde
tek bir ortanca, bazılarında kuru çiçekler. Ama hepsi çok kibar. Biz de bir
sanatçıyı tebrik etmek ister gibi onlarla bekliyoruz. Bazen bir yerli olabilmek
ne kadar kolay.
26 Haziran 2018 Salı
Puglia/Salento Gezimiz. Day 1.
Uzun süredir bu kadar kalbime dokunan bir seyahate çıkmamıştım. Unutmamak için yazmak istedim. Toplam 6 günü yazmayı becerebileceğimden emin olmasam da , bu niyetle başlıyorum.
Day 1-17/06/2018
Uçak yolculuğunda rötarda
olmayınca havalimanından bindiğimiz trenle yaklaşık 15 dakikada bari
merkezdeyiz.
Lecce'ye gidecek trenin saatini
kontrol edince yaklaşık 2 saatimiz olduğunu fark ediyoruz.
İstasyondan biraz ileri yürüyüp
bir pakta oturuyoruz, ama sabahın erken saatleri olması sebebiyle etrafta tekin
olmayan tiplerden rahatsız olunca bir yarım saatin sonunda yine istasyona
dönüyoruz.
İstasyondaki cafede bir şeyler
içip, gelene geçene bakarken, İtalyanların bağırış çağırış muhabbetlerini
dinlerken, trenimiz geliyor.
Günlerden Pazar olunca, tren,
üzeri bikinili mayolu gençlerle dolu. Özellikle monopolide plajcılardan inen
çok oluyor.
Yol boyu zeytin ağaçları ve üzüm
salkımlarını seyrederek, ara ara da denizi görerek Lecce’ye varıyoruz.
Yol bizi yormamış olacak ki
kalacağımız yer 20 dakika uzaklıkta görününce hadi yürüyelim diyoruz.
Yürürken karşımıza not ettiğim
doppio zero çıkınca hemen kapının önündeki masalardan birine oturuyoruz.
Burada fish and chipsli ve
breseolalı güzel bir salatayı paylaşıp, tarallolarla da ilk kez tanışıyoruz.
(bey pazarı kurusundan daha az yağlı gevrekimsi krakerler) ekmek sepetindeki
foccaciaları da zeytinyağına batırarak affetmeden yiyoruz.
Sonra diyoruz ki birer Leccese
içsek mi( badem sütü ile yapılan puglia bölgesinin meşhur kahvesi-ve sonradan
burada içtiğimizin en kötüsü olduğunu anlıyorum) dedikten sonra , kahveler de
bitince tekrar yola koyuluyoruz. Sokaklar bomboş, herkes siestada, ama lecce
beni garip bir şekilde etkiledi bile.
Şehrin bir ruhu ve rengi var.
Yürüye yürüye, ter içinde kaldıktan
sonra kalacağımız yere ulaşıyoruz, tatlı bir İtalyan bizi bir saat beklemiş,
aramış, görmemişiz ama sıfır trip, bizi hemen yukarı taşıyor, kredi kartımız
çekmiyor, ama adam yine sinirlenmiyor, sonra hallederiz deyip bize odamızı
gösteriyor. Odamız eski şehrin hemen sonunda güzel bir apartmanın içinde. Beklediğimizden
çok daha düzgün ve temiz çıkınca, seviniyor ve siesta saatinde İtalyanlara uyup,
uyumak üzere panjurlarımızı kapatıyoruz.
Akşam olup da uyanınca yemek
için Trattoria di Nonna Tetti’deyiz. Öğlen önünden geçerken 2 kişi
geleceğimizi söylemiştim, garson da tamam demişti hiçbir yere not etmeden.
Mekan kalabalık. Masamıza geçiyoruz. Başlangıç olarak 5 tabaktan oluşan
antpastiyi seçiyoruz, kabak carpaccio, kızarmış patlıcan, burrata peyniri
harika.
Üzerine bölgenin
meşhur nohutlu makarnasından yiyoruz, içinde erişteyle beraber, kızarmış hamur
parçaları ve nohut var. Sadece bir adet söylemişiz ama ikimize de fazlasıyla
yetiyor. Şimdi 2 greeddy italian bizimle olsa bu yemeğin de fakirlikten
çıktığını tatlı tatlı anlatırdı diyorum.
Yemekten sonra
istikamet ; Natale, dondurmaları bir yana sadece külahları ve üzerine
taktıkları minik waffle için bile gelinir. İçerisi oldukça kalabalık. Kürşad 3
ben 2 topla kapanışı yapıyor ve dükkanın önünde geçenleri seyrederek yiyoruz.
Lecce’de sokaklar çok
keyifli, akşam kalenin oradan başlayıp, tekrar şehrin kapılarına, romaa nfi tiyatrosuna
kadar turluyoruz. Basilico di santa corsa biz ordayken tadilatta, ciesa di san marco, piazza del duomo, colonna di sant'oronzoyu haritada armanıza gerek yok. yürüdükçe birer birer önünüze çıkıveriyorlar. ama bunlardan da güzeli sokakların kesinlikle bir ruhu var, renkler çok güzel. Ferzan
özpetek filmlerinin etkisinden mi bilmiyorum ama Lecce bana çok başka geliyor. Hiç
ayrılmak istemiyorum. Aklımda İllaria'nın tavsiyeleri, kürşadla, onun sokağından geçiyoruz. "açılabileceğin birkaç arkadaş bul... seni istemeyen binlerce insan arasından seni sevecek birini bul."
7 Mart 2018 Çarşamba
kuşlar.
çocukluğuma dair en güzel anılardan biri (hatta gençliğme dair);sabahın erken saatlerinde uyanıyorum, kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, bu bir işaret. sanki bu hava güzel demek, sanki bahar demek, sanki kısa çorap giyebilirim, sokakta oynayabilirim ya da gökyüzü mavi demek.
bir sürü şey demek ama sevindiğimi hatırlıyorum, çok sevindiğimi.
istanbuldaki evimizde ilk senemizde, henüz yatak odamızın baktığı tarafta inşaat başlamamışken bir kuş vardı.
uykulu gözlerimi açtıktan sonra gülümsememe neden olan ama orada kuşun ötüşü herhangi bir işarete bağlanmamıştı. kuşun sadece ötüşü güzeldi. mutlu eden oydu.
şimdi onu da duyamaz olduk ama bahar gelirken ve yolda yürürken tatlı tatlı öten bir kuşla karşılaşmam bunları yazmama neden oldu.
27 Şubat 2018 Salı
yaşar
Yaşar doğuştan engelliydi.
Biraz zihinsel, çokça bedensel.
Ama çalışkan biriydi Yaşar.
Mendil satarak geçimini sağlardı, Yaşar dilenmezdi, elinde sadece bir mendille gezmezdi, büyükçe bir çantanın içinde sermayesini taşır , pırıl pırıl üstü başı, güler yüzü ile mendile ihtiyacınız var mı derdi.
Ben çantasının içinde her şey olan kızlardan olmadım belki hiç, ama mendilim hep vardı, hep Yaşar'dan aldığım mendil paketlerim vardı.
yaşar şikayet etmezdi, arada gelir dükkana otururdu, laflardık.
Yaşar en fazla ülkenin hali, ekonomi ile ilgili birkaç bilindik laf eder ama günümüzde herkesin muzdarip olduğu söylenme hastalığının belirtilerini göstermezdi.
Yaşar sanırım kendine acımazdı, ben de hiç ona acıyarak baktığımı hatırlamam.
Karşılıklı çay içtiğimiz bir gün kanser olduğunu öğrendim.
Tedavisinde de ara ara kaşılaştık.
İyi gibiydi, iyi olacak sanmıştım.
Kendine acımadığı gibi kendini dinlemeyen ve hastalığını ayakta, çalışarak geçiren Yaşar , yaşar sanmıştım.
Şubat ayında Yaşar'ı kaybettik.
Bir süre sonra onun adını kimse hatırlamayacak.
Belki ben bile unuturum.
Unutmamak için yazdım işte.
Bu dünyadan bir Yaşar geçti.
Gittiğin yerde her şey güzel olsun.
Biraz zihinsel, çokça bedensel.
Ama çalışkan biriydi Yaşar.
Mendil satarak geçimini sağlardı, Yaşar dilenmezdi, elinde sadece bir mendille gezmezdi, büyükçe bir çantanın içinde sermayesini taşır , pırıl pırıl üstü başı, güler yüzü ile mendile ihtiyacınız var mı derdi.
Ben çantasının içinde her şey olan kızlardan olmadım belki hiç, ama mendilim hep vardı, hep Yaşar'dan aldığım mendil paketlerim vardı.
yaşar şikayet etmezdi, arada gelir dükkana otururdu, laflardık.
Yaşar en fazla ülkenin hali, ekonomi ile ilgili birkaç bilindik laf eder ama günümüzde herkesin muzdarip olduğu söylenme hastalığının belirtilerini göstermezdi.
Yaşar sanırım kendine acımazdı, ben de hiç ona acıyarak baktığımı hatırlamam.
Karşılıklı çay içtiğimiz bir gün kanser olduğunu öğrendim.
Tedavisinde de ara ara kaşılaştık.
İyi gibiydi, iyi olacak sanmıştım.
Kendine acımadığı gibi kendini dinlemeyen ve hastalığını ayakta, çalışarak geçiren Yaşar , yaşar sanmıştım.
Şubat ayında Yaşar'ı kaybettik.
Bir süre sonra onun adını kimse hatırlamayacak.
Belki ben bile unuturum.
Unutmamak için yazdım işte.
Bu dünyadan bir Yaşar geçti.
Gittiğin yerde her şey güzel olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)