7 Eylül 2018 Cuma

eylülün istanbulu

eylülün istanbulunu çok severim.
çünkü bir eylül burda güzel geçerse bütün eylüller sana onu anımsatır.
eylülün istanbul'unda, kürşad işten erken çıkar,  haribyede buluşuruz, dolmuşla beşiktaşa iner, ordan bembeyaz bir motora atlar, akşam güneşinde üsküdara geçeriz, hava ne soğuk, ne sıcak, manav tezgahlarını dolaşırken bana bir file alırız. içini kadıköyde doldururuz. çarşıdan yokuşu çıkar, beyaz fırının tezgahlarına, papağandaki kuruyemişlere bakarız. fazıl bey'den gelen kahve kokusunu içimize çeker, çiya da yemek yeriz.

mandalina kokusu

mandalina kokusu beni mutlu ediyor. kafamda anılar canlanıyor.
okuldayım. maltepe'de. büyük bir sınıfta küçücüğüm.
hava kararmış. florasan ışıklar aydınlatıyor sınıfı. kaç yaşındayım?
8 belki 9. ama 10 değil. çünkü baharla aynı okulda olduğum yıllarda olduğu gibi abla abla hissetmiyorum henüz.
sınıf mandalina kokuyor.
ben evimizi düşünüyorum.
evimizde de hava karardı mı? annem ne yemek yaptı?

mandalina kokusu huzur veriyor.
evdeyiz bu sefer,  hava soğuk mevsim kış. gülüyoruz. ertesi güne bir sınav, ödev  yok. tv açık. turuncu battaniyenin altında uzanıyoruz. belki soğuk parmaklarımız baharla birbirine değiyor. annem mandalina getiriyor, babam soyuyor.

6 Eylül 2018 Perşembe

haydar haydar

ışık almayan odanın ortasındaki beyaz duygusuz masada karşılıklı oturuyoruz.
oturduğum yerden sokak görünüyor. masadaki bilgisayardan hafif bir klasik müzik geliyor.
handel olabilir mi? olabilir. sarabande olabilir mi? neden olmasın? ikimiz de müzik dinlemekten keyif alıyor gibi yapıyoruz. Sizli bizli, hanımefendili, beyefendili yalandan konuşmalar. Keyif falan almıyoruz aslında, ben şuradan kendimi sokağa atsam, gözlüklerimi geçirip, yokuşu çıkarken, doya doya bir ağlasam diye geçiriyorum içimden. Karşımdaki ne düşünüyor acaba? Apartmanın sokağa çıkan merdivenlerinde el sıkışırken beni aşağı itmeyi mi?

Uzun süredir kafesimin dışında kalan insanlardan uzağım. Kafesimde ise dertler benzer. Dövizin yükselişi, alınan kilolar, paranın yetmeyişi, İstanbul'un insanı bitirişi, konuyu en fazla "bu hayat nereye götürüyor bizi"ne kadar getirip, akşam yine dizlerimizi çekip uyuyoruz. Bizleri uykusuz bırakacak dertlerimiz yok çok şükür.

Kafesimin dışına çıkmayı unutmuşum. Oysa erkenden beyazlamış saçlarımı, yüzümdeki o hüzünlü kırışıklıkları dışında geçirdiğim günlere borçluyum.

Görüşmemiz bitiyor, sokağa çıkıyorum, kimse beni merdivenlerden aşağı atmadı, ben de ağlamadım.
Taksi bulamıyorum. En sonunda içinde yolcu olan bir taksi, müşterisini az ileride indirip beni almayı teklif ediyor. Kabul ediyorum. Arap müşterileri Nusret'in önünde indiriyoruz.

Taksici başlıyor anlatmaya, kızı özürlüymüş. ama ağır değil, hafif derecedeymiş, Mecidiyeköy'deki okula gitmesini istiyormuş, okul otel gibi tertemizmiş. Kızını bir görsem benden bile güzelmiş,  alımlıymış, dışarıdan gören kimse onun özürlü olduğunu düşünmezmiş. Ama o kızının özrünü kabullenmiş bir babaymış. Bugün beni bıraktıktan sonra, geçen sene onu kabul etmeyen okula kızını tekrar teste götürecekmiş.Eşi bu duruma çok sevinmiş, baba olarak kızıyla ilgilenmesi hoşuna gitmiş. "Ne iyi bir babasınız" diyorum. "Benim gibi baba olmak da ne var, asıl eşim çok iyi bir Anne, o olmasa ben kızıma bakamazdım" diyor. "Olsun" diyorum, ne babalar var, bu durumda eşlerini terk edip giden.

Taksiden iniyorum, kafesime doğru ilerlerken düşünüyorum, bir yerlere para göndermekle, hediyeler almakla olmaz. birbirimize karışmamız, birbirimizi dinlememiz, derdimizle dertlenmemiz, hal hatır sormamız gerek. ama nasıl?