30 Haziran 2010 Çarşamba

bite me edward (!)


Az sonra bugün gösterime giren eclipse ‘i izlemek üzere ofis arkadaşlarımla soluğu sinemada alacağım. Tabii ben Alacakaranlık serisinin bu 3. filminin adını bile az önce “neydi gideceğimiz filmin adı”diyerek öğrendim. Durumum da o kadar vahim. Diğer taraftan filmin ilk günü, tüm o fanatik guruyla birlikte izleyecek alakasızın teki olmamda oldukça trajikomik bir durum.

Bizim ofiste bu çılgınlık daha Türk kızları Edward’a abayı yakmadan çok çok önce, kitabı bile bu kadar gündemde değilken, Demet Hanım’ın sürekli alacakaranlık serisinin kitaplarından ve çıkacak yeni kitaplarından bahsetmesiyle, kitapları elinden düşürmemesi, ve nihayet çekilen filminin her karesini ezbere bilmesiyle başladı. Sonra bu fanatiklik Aynur Hanım’a da sirayet etti. İkisi de aynı frekansa geçti. Tam da o zamanlarda kitap satışları patlarken ve genç yaşlı herkesler Edward diye yatıp kalkarken, ben de etrafımda olup bitenlere kayıtsız kalamadım ve Serinin ilk kitabı Alacakaranlığı okudum. Ama maalesef olan olmadı, Edward beni ısırmadı ve delilik kanıma bulaşamadı. Tamam kitap sürükleyiciydi, ama genel olarak bende Bella’ya uyuz olma hissini uyandırdı ve sonra başına neler gelecek diye bir merak da uyandırmadı ve okuma faslı benim için böylece kapandı. İlk filmi izlemediğimi de söylememe gerek sanırım.

Derken bu çılgınlıktan kaçıp kurtulduğumu, hep birlikte film izleme etkinliklerinden sıyrıldığımı sanıyordum ki, Kürşad serinin ikinci filmi, Yeni Ay’a gidelim diye tutturdu. Hani siz bu filme gitme heveslisi erkek mi arıyordunuz işte o Kürşadmış. Tabii onun ne ilk filmden, ne kitaptan falan haberi yoktu,Edward’a hayran falan da değildi, vampir filmi, aksiyon olur kafalarındaydı, ne kadar diretsem de anlatamadım derdimi ama film bitip de çıktığımızda o yine de benden çok beğenmişti.Ayrıca o gün Ankamall’de izlediğimiz o filme neden bilmem çok az kız gelmişti. Sanırım topluca askerleri falan getirmiş olacaklar ki, o film ancak bu kadar kalabalık bir erkek ekibiyle izlenebilirdi. O günden aklımda kalan tek şey, Jacob denilen arkadaşın tişörtünü çıkarttığı esnada attığım kahkahaydı. Salonda yankı bulan sesim bir hayranlık belirtisi olarak algılanmış ve solumdaki kol tarafından dürtülmüşsem de güldüğüm şey, çocuğun etinden sütünden böyle de faydalanılmaz ki gülüşüydü.

Bugünse yazıya başlarken belirttiğim gibi, günler öncesinden internet üzerinden aldığımız biletlerimizle, sürü psikolojisine kapılmış olarak gideceğim bu filme. Gösterim tarihini dedektif gibi takip eden Demet Hanım’ın ise bir son dakika sürprizi ile Isparta’da olması sebebiyle filmi izleyememesi, ironi değildir de nedir a dostlar, sorarım size:)Hayır hiç değilse bershkada satıldığı iddia edilen bite me Edward tişörtüm falan olsaydı en azından iki eğlenirdim.Neyse, hoşçakalın. Geç bir teklif ama bir biletimiz fazla, gelen olursa bekleriz:) Ya da karaborsa satarım, hiç acımam.

29 Haziran 2010 Salı

çok mühim tespitler.

Bugün fikrimi beyan edeceğim çok mühim konu; metroda, otobüste, dolmuşta, tek başına oturmak için cırım cırım bağıran o 20 cm’lik bebeler ve ailelerin bu durum karşısında gösterdikleri tutumdur.Çocukları tanımlaya gerek yok. Hepsi tek başına oturmak istiyor, bunun için yapmayacakları şey yok.Yaşları 3-8 arası değişiyor.Ancak bu çocukların aileleri 3 gruba ayrılıyor.

1-)Tokatçılar.

Kendilerine verilen grup ismi sembolik olup, genel olarak sergiledikleri davranış,tutturukçu çocuğun kolunu koparmaya yakın atarlar yaparak, çocuğu savurmak, yüzü patlarcasına ağlayan çocuğa şiddetle bağırmaktır.

Böyle bir durumda muhtemel yer verilmesi gereken kişi veya kişiler, cık cıklayarak tepki vermeye hazır olsalar dahi, yaşanan hır gürün sebebi olarak kendilerini görüp, mahcup bir tavır sergiler, o toplu taşıma aracına bindiklerine pişman hale gelirler. Nadiren çığırtkan aileyi destekleyenlere de rastlanabilir, bu durum ayakta kalan yorgun kişinin,vicdanı, ayak ağrısı ile doğru orantılıdır.

Olayın sonunda çocuk kucağa yerleştirilir. Kıpırdamasına imkan vermeyecek şekilde sıkılır. Ama cık cık ışıklı ayakkabısı yanıp sönen çocuğun, bacakları genelde zapt edilemez ve çocuk yerine oturan kişiyi, 22 numara ayakları ile dürtmek suretiyle rahatsız ederek, oturduğuna pişman eder.

2-)Çaresizler

Kendilerine verilen grup ismi, duygusal durumlarının bir kanıtıdır. Çocuklarına söz geçirmekte zorlanırlar. Seslerini yükseltemeseler de, tuturukçu çocuklarına kayıtsız da kalamazlar. “Haydi yavrum, ayıp oluyor aşkım”larla durumun vahametini çocuğa anlatmaya çalışır ancak başaramazlar. Bu durumda çocuk, genelde ağlamamakta, mızmızlanmakta ve vızıldamaktadır.

Ayakta kalan kişi, tokatçılar grubu ile karşılaşıp ayakta kalan kişiye nazaran daha iyimserdir. Duygu durumu ılımlı, kalp gözü açıktır. Ayakta kalıp daha sonra oturan kişi, mutlaka kucakta oturan çocuğun, aralarına sıkıştırılmak suretiyle tost yapılmasını önerir, iki yetişkin arasında sıkışan çocuk, aptallaşır, hareket edemez. Tokatçılar grubundaki çocuk gibi, hareket serbestisi bulunmadığından , ayakları ile de zarar veremez.

Çareziler grubunda, çocuğunu kucağına almak yerine kendi ayakta durarak, ayakta kalan kişiye yer veren ve çocuğunu tek başına oturtan bir kısma da rastlanabilir.

3-) Dangalaklar

Kendilerine verilen grup ismi, kişilik ve tutumlarının özetidir. Çocukları dünyanın en üstün ve kutsal varlığıdır. Yaşlı, sakat, yorgun argın, ayakta kim varsa görmezden gelirler. Göz göze gelip, mağdur kişiyi umursamayan türlerine duble dangalak denir.

"Bu bebeyi ben yarattım" gazıyla, içi hava yüklü olan çocuk, sabit oturmakta zorlanır. Genel olarak, metro veya ankarayda, 22 numara ayakları ile oturduğu koltuğa basarak, boş boş dışarı bakar. Bu esnada ayakta kalan kişiler içlerinden küfrederken, kimileri içinde tutamaz, yüksek sesle cık cıklar. Kavga çıkması muhtemeldir.

Şimdiye kadar “kalk oradan ben oturacağım” diyen bir ayakta seyahat etmekte olan baba yiğit’e rastlanmamıştır. Gözle taciz ve dangalakların başlarında dikilmek, mağdur kişi tarafından sıklık kazanmış davranış biçimidir.

Karşıki dağları ben yarattım kafasında bir bireyin topluma dahil olması an meselesidir.
Allahım kınadığımı başıma verme, bu yazı için beni affet,olacaksa benim uslu terbiyeli bir çocuğum olsun. Amin.
foto:bak elin çocuğuna, tıkış , tepiş, hiç sesi çıkıyor mu? nasıl da mutlular:)

28 Haziran 2010 Pazartesi

bazen ben..

Düşümde seni gördüm
Ayazda yatıyordun
Koştum üstünü örttüm ..

elmadağa gidiyorum.
çaktırmıyorum ama orayı da seviyorum.
gelen var mı?

27 Haziran 2010 Pazar

how can u vol.bilmem kaç?

bir ay önce bugün olsa. ben tatilden yeni gelmiş olsam. tenim yanık, kafam bomboş, kalbim huzurlu olsa. tüm dertlerim, kederlerim, korktuklarım, saçımın uçlarından, denizin suların karışıp, kaybolmuş olsa. sanki ilk defa görüyormuş gibi baktığım o yıldızlar kayarken tuttuğum dileklerin, olacağına inanarak dönmüş olsam Ankara'ya.sıkılmamış, üzülmemiş,duymamış, kırılmamış, kalbi ufalanmamış olsam.ya da en azından, uyusam,uyansam,her şey sandığım gibi olsa?olmaz mı?

26 Haziran 2010 Cumartesi

güzellik.


Birisi Temmuz 2009(by bahar), diğeri Kasım 2009 (by kürşad) tarafından alınmış güzel orkidelerim, nasık kaynaşmışlarsa artık, aynı anda açarak bize güzel bir sürpriz yaptılar. Beyaz bir de yılbaşında açmıştı, ama pembenin ilk açışı. Ki babam pembe olanı öyle bir budamıştı ki ben bir daha açacağını sanmıyordum. Diyeceğim odur ki, çiçeklerini döken orkidelerinize, gözünüz gibi bakmaya devam edin. Yaprakları ve kökleri çürümediği müddetçe onları sakın atmayın.
Cumartesiniz orkidelerim kadar güzel olsun.


25 Haziran 2010 Cuma

cuma neşesi

Erkek modasına kayıtsız kalmayalım. Kalanları uyaralım.
link için teşekkürler kürşad:)

24 Haziran 2010 Perşembe

kızlar yüreyim sızlar.

akşam iş çıkışı. kentparka gidildi. burger story'de tıka basa yendi. güzel burası gidin bak, merve demişti dersiniz. sonra cepa'nın içine kurulmuş lunaparkımsıya gitmeye niyet etme. çıkınca yağmur, hafiften cayma. pınarın "ama bu treen pembeeeee" deyişleri. neticede yağmur hafiften çiselerken, ben o dışarıdan tırt duran tren de korktum, kara treeen bu naraları atarak evet iğrencim. çünkü beni en sağa oturttular. düşeceğim sandım. candan akıllısı tabii ki binmedi. pınarın güzel evine gidildi. kocalara karıştılar ama bazen her şeyler eskisi gibi oluyor, kocaları da sevmiyor değilim ama işte eskisi gibi olan anlar gülümsetiyor. nispeten geç yatma neticesinde yorgunum bugün. streslere geldim, o ne demekse, yani şu an beni görseniz, sadece kolumda bu öğlen ulustaki müthiş gümüş dükkanımızdan aldığım bileklerimi beğenirdiniz, gibi bir şey. iklim kış mı? ben ki ince giyinip üşümeye bayılırım ama yine bir çelişki kıştan nefret ederim, nisanda cam açık yatmaya başlarım, gece gürültü çok olursa kaparım, neyse uzatmayayım ben bile üşüdüm bugün. tabii bundan bilkent otobüsünün ölümcül klimasının etkisi büyük. o yüzden siz bu sabah kızılayda desenli bir elbisenin üstüne,puanlı hırkasını giymiş bir ben gördüyseniz, şaşırdınız ayıpladınız belki, ama ben de sizi ayıpladım, bunu sorgulamadan yaptınız.ve ben bunu daha böyle uzatır giderim, çünkü farkettim ki kanadığını iddia ettiğim midemin ağrısı, nefes borumdan mideme inen o yanmalar falan ancak yazarken unutuldu. babam beni almayan gelsin ki gelecek. aşk-ı memnu ki bitecek.

yeşil ışık


Can Yücel çevirisiyle okuyup memnun kalmadıktan sonra , belki bir de orjinal dilinde okumak gerek.
".... Kaçırdık o vakit elimizden onu ama ziyanı yok, yarın daha hızlı koşacak,kollarımızı daha ilerilere uzatacağız.. ve bir sabah aydınlıklar içinde..
O ümitledir ki şimdi sefer etmekteyiz, biz o akıntıya karşı giden tekneler, durmadan geriye, geçmişe çarpılıp atılsak da ne gam"
F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby, sy.158.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Sukkar Banat.

Orjinal adı; sukkar banat olan filmin diğer bir adı da caramel.
imdbsi:7.1,2007'de çekilmiş.
orjinal dili arapça/fransızca ki kesinlikle orjinal dilinde seyretmenizi öneririm.
mekan beyrut, müzikler ve kadınlar, renkler gerçekten güzel.

dün canım sıkkındı, saçma sapan olmayan ama güldüreceğim derken de beni aptal yerine koymayan ya da ağlatıp, içimi sıkmayan bir filme ihtiyacım vardı.
Bir hayatın belli bir kısmına şahit olmuşum gibi geldi. Film bitti ama onlar hala o hayatlara kaldıkları yerden devam ediyorlarmış gibi geldi. Bana da akşam akşam iyi geldi. Tavsiye ediyorum.



21 Haziran 2010 Pazartesi

bir düğünün daha sonuna gelindi.

bu çiçeğin muadili sahneden selma tarafından fırlatıldığında, bir kişinin kapaklanması neticesinde birkaç kişinin de düşüşü unutulmamalı. allahım o ne sahneydi, utanma hastalığım, o kadar uzaktan görmüşken bile depreşti:) demek ki neymiş; gelin çiçeğinin kerametine kendini çok kaptırmamalI:)
Resim Ekle
yemekler, şarkılar, gelin, damat, neşemiz, keyfimiz, hepsi çok güzeldi.


gelin ve damadımız evet derken. altuğ sabaha kadar evet demedi bu arada.

utku&ben&banu
fotoğraf alışverişindeyken.

gecenin sonunda masadan alınan ve çay bardağına konan iki gül.
tabii kürşad ve utku'nun gülleri de büyük vazoya kondu. onları çekmeyi unuttum.
ama utku'nun h"adii kapışalım mı sağlı sollu" diyerek koşuşunu unutmamak için buraya yazmak gerek.

18 Haziran 2010 Cuma

hoşgeldin.

tanışıklığımız üniversite sınavına hazırlık dönemine denk gelmişti. hepimiz oldukça tuhaftık. belki de bu yüzden, en tuhaf hallerimizi en başta gördüğümüzden, hayatımızın geri kalan evresinde birbirimizi hiç ayıplayamadık, şaşırtamadık, yadırgamadık. çünkü uzaylılar gibi takıldığımız bir dönemde, kelimelerle anlatması zor bir bağ geliştirdik aramızda, orası kesin.
11 yıl az bir zaman gibi, ama biraz da çok gibi. bazen hiç geçmemiş gibi, bazen hiç yaşanmamış gibi.garip işte.
hayatımın beni en çok üzen ve canımın çok yandığı bir dönemde o "gerçekten" yanımdaydı.ikimizin de kahramanları göçüp gittiğinde bu dünyadan, ne hissettiğimi anlaması güzeldi, ne hissettiğini anlayabilmekte.
biz birlikte denize ayaklarımızı uzattık, neredeyse tanıştığımızdan beri her yaz, dünyayı bir kurtardık, bir batırdık. sonra bir gün yine deniz kenarında , can suya atlamışken ve mp3'ünün cebinde olduğunu unutmuşken, utku buna gülerken ve güneş batarken, bir şarkı çalsın, senin olsun dedim, ama gerçek olsun.
bu çıktı ona. ve gerçek oldu şarkı sonra.meğersem altuğ'dan gelmiş bu şarkı.
çok mutlu olsun.çok mutlu olsunlar...
yarın siz bu satırları okurken ben düğünde göbek atıyor olacağım.
bir iclal abla yazısını böyle de şebek bitiririm.benden korkun

yokluğunda çok kitap okuduM.

ŞARKI.

An itibariyle Neyirle iki ses yaparak, bu şarkıyı söylediğimiz günlere gittim. Evet Mustafa Sandalcıydık biz ve hatta Neyir kendisi ile evlenmek isterdi. Yakın zamana kadar da istedi sonra gitti Cihanla evlendi orası ayrı:P
Neyse diyeceğim şudur ki;insan 13 yaşına geri gider mi?
Gider de bir şarkıyla, bütün o zamanlara ait kokular, sesler, hisler , isimler hepsi birden nasıl geri geli?.Hey gidi hey. 14 sene olmuŞ:)

hele selma heleee:)

Yani hiç olmadığım kadar yorgunum desem.
Ee her hafta sonu gece 3’lerde gelirsen eve bünye bir yerden sonra iflas eder değil mi?
Yok tedin balosu, yok Selma’nın bekarlığa vedası derken iyiden iyiye yıpratmışım kendimi:)
Hoş ilk zamanlarda bu gece gezmeleri ve hafta içi tozmaları sanki beni daha bir enerjik yapmıştı ama ya bugün? Bugün bana ne oldu sayın seyirciler?
Çok da derdimizdi dediğinizi duyar gibiyim.Çok ayıp.

Dün de sabah işe giderken zaten bir tuhaftım, ayaklarım şiş, her gün giyip canımı yakmayan ayakkabı ayağıma vura vura evden çıktım. Adliye senin, suçüstü benim, Yargıtay kimin diye diyeee deliler gibi arşınladıktan sonra etrafı, akşama cidden pestilim çıkmıştı.

Saçlarıma kırık fön yaptırdım ve ilk kez hoşuma gitti. Dükkana gittim makyajımı yaptım. Eve geldim elbisemi giydim. Annemi de taktım koluma, Selmoşumun kınasına gittiiiim.

Yalnız şöyle de bir problem vardı ki, benim o her yere giydiğim ve ayağıma hiç vurmamasıyla övündüğüm güzel mi güzel ayakkabılarım, kınaya doğru yola çıktığımız esnada aaah ohhh dememe sebebiyet verecek kadar canımı yakmaya başladı. Velhasıl kınada çok da hakkını vererek oynadığımı söyleyemem. Birde Feray ile elbiselerimiz iki farklı renk olarak pişti oldu:) Nimet Çubukçuyla adını hatırlayamadığım o milletvekili gibi salındık da salındık.

Selma sanırım bir prenses falan olmuştu. Gerçekten çok güzeldi. Altuğ tarafımdan en iyi oynayan damat seçildi:)

Ben hala Mardin halayını öğrenemedim. Ne zaman ayağımın acısını azıcık unutur gibi oldum, sahneye fırladım. Lakin kısa bir süre sonra müzik hep bitti. Demek ki Allah’ın sevdiği kuluydum.

Saatlerimiz 11’i geçerken ve ben yarın çok erken kalkmak zorunda iken , ellerimize kına da yakmış bir vaziyette, annemle yola koyulduk.

Eve geldiğimde ayakkabıyı ayağımdan bir 10 dakika çıkaramadım. Hayır şaka değil gerçek.

Bütün bunları kendim için yazdım. Çok özür dilerim.

16 Haziran 2010 Çarşamba

çiçek

sabahtan beri bu değiştirdiğim 3. ayakkabı.
bi rahat edemedim bugün.
ama bu rahatsızlığımla farkettim ki her çekmece de bir ayakkabım varmış.
hayır burası ev değil.
evet iş yeri.
herkes önüne dönsün.

15 Haziran 2010 Salı

büklüm büklüm.

Saçını kestiren insanları bir gece önce mutlaka rüyamda görüyorum.
Tanımıyorum, etmiyorum yine görüyorum.
Rüyamda ne zaman ki saçımı kestirsem bir aksilik yaşıyorum.
Kimi rüyalarda saçımı kestirmemek için bildiğin mücadele veriyorum.
Nedir bu olay yahu?

10 Haziran 2010 Perşembe

Demet Hanım'ın Doğumgünüüü!

Önce beyaz güller geldi.
Sonra Filamingo'nun güzel pastası yenildi.Demet Hanım'ın hediyyeleri verildi. Mumlar üflendi.
Herkes kendine bir yaş belirledi ve o yaşta kaldı. Misal ben 25'im, sonsuza kadar:)

Akşam oldu, quick china'ya gidildi.
Yukarıda fotoğrafını görmekte olduğunuz ice tea yılın en güzel ice tea'si seçildi.


O açlıkla yemeye başlayınca anlaşıldı ki; çin seddinin, sushilerin ve daha başka yediğimiz onca şeyin fotoğrafını çekmek için artık çok geçti.

Quick China'nın bahçesi, servisi, yemekleri ve her şeyi yine çok güzeldi.
Ankara'da yaşıyorsanız ve hala gitmediyseniz, çin yemeğini seviyorsanız ve hatta sevmiyor da olsanız bence gidin.
Gidip görmedim ama İstanbul Nişantaşı'nda da açmış bir şube, oralarda yaşıyorsanız da gidin:)
Hoşçakalın.

9 Haziran 2010 Çarşamba

kağıttan kayıkmışım ben.

Bünyede sevilme ihtiyacı hasıl olabilir. Bu durumlarda işe kırışıkımsı bir tişört ve olur olmaz bir topuzla gelirseniz kimse sizi sevmez. Sevilmek şekille ilintili midir? İlintilidir canım. Göz görmeyince gönül istemez'de, gözden ırak gönülden ırak'da da belirtildiği üzere görmek mühimdir. Gördüğümüz de güzel olsun isteriz.Bu yazının amacı bu değildi. Böylesine umarsızca saçmalamayacaktım. Konu: "sevilme ihtiyacı"ydı.
Foto sevilen ve seven birilerine ait olsun diye kondu. Lakin fotoğrafa ikinci kez bakınca kızın gözündeki hüzün görüldü. Ya da ben bunu tamamen şu an kendim uydurdum.
Benim böyle bir fotoğrafım da var, kızı tersine çevirip oturtun öyle, ama ben o fotoğrafta deliler gibi gülüyorum. O fotoğraftaki gibi deliler gibi gülmek istiyorum. Aslında belki o zaman da garip bir zamandı, ama gülmüşüm işte. O zamanların da garip bir zamanlar olduğunu hatırladım şimdi yazınca. Daha fazla yazarsam daha çok şey hatırlarım ve daha çok şeyi daha sonra hatırlamak için yazmış olurum ama bu da sizin daha çok şeyi anlamayacağınız anlamına gelir ki, burada susuyorum. Bugün cumartesi.

6 Haziran 2010 Pazar

ne yazılmışsa o.

Cumartesi uyandım. Miskin miskin oyalandım evde. Kakltım akşam liseden mezun oluşumun 10. yılı olması sebebiyle katılacağım “balo” için bir iki parça eşya attım çantama dükkana gittim. Pazar gün olacak kermes için annemlere biraz yardım edip, mp3 dinleyerek uzunca bir süre otobüs bekledim. Bu esnada bir tane bile bahçelievler otobüsü geçmezken Ulus’tan, yüzlerceeeeeee keçiören otobüsü gördüm.Biraz sinirlendim. Otobüs geldi, bindim, şoför elimdeki kıyafet torbasına bakıp, hiç gerek yoktu gibi salak saçma bir şeyler dedi, “pek size olmaz bence” dedim. 3. caddenin girişinde trafik tıkandı, önde bir araç kaza yapmıştı, şoförümüz indi, ben de arkasından attım kendimi otobüsten, yine” aa hediyemi ver” gibi bir şey dedi, “pembe elbise bu” dedim, “en sevdiğim renk “dedi. Artık ben bir şey diyemeyecek bir haldeydim.

Eve gittim duşumu aldım. Manikürcüme gittim. Gülşen Abla’nın işi vardı, kendimi başka ellere teslim ettim. Kuaförüme gittim , Barış’ın işi vardı, pek tanışmadığım ama 10 yaşından beri gördüğüm bir çocuğa fön çektirdim. Eve geldim, giyindim, telaşsızca makyajımı yaptım. Utku beni aldı.10 üstünden 10 verdi.SELMA BU KISMI OKU. “Selma sana düğünde bu elbiseyi niye giydirmiyor canım bu resmen pembe” dedi:)

Mustafa’nın davetiyesi bizde olduğundan, azıcık oyalanaraktan Shereton’a gidildi. Tanımadığım onca insana naber nasılsın dedim. Adlarını çok hatırlayamadım, konuşmalaırı takip etmeye çalıştım. Ama hiç beklemediğim şekilde kalabalık olduğumuzu fark ettim bir de hiç beklemediğim kadar eğlendim.

Genelde mezuniyetlerimin her birinde bir kere elbise bakmaya çıkan ve girdiği ilk dükkanda bir elbise bulan ve elbise alma konusunda gerçekten şanslı bir insan olarak, bu baloya giderken bu şansımdan faydalanmama gerek yoktu. Çünkü ben bir kamberdim ve 1587 adet düğüne katılmış olduğum için, evden bir elbiseyi seçtim ve çıktım. Yine de bir elbise almam gerekse de bu kadar kolay olurdu. O kadar da havalıyım. Yalnız şöyle de bir gerçek vardı ki, yıllarca saç konusunda sıkıntı çekmişimdir. Nice korkunç topuzlarla da arz-ı endam etmişimdir. Taa ki en en çok 20 yaşıma kadar:) Ben bugün 27 yaşında en güzel saçın, yapılmamış saç olduğunu idrak etmiş bir insnaım. Makyaj desen o konuda hiç iddialı olamadım. İşe giderken de, düğüne giderken de aynı makyajı yapıyorum. Birine fazla birine az olabilir ama artık kısmet. Netice de cumartesiyi stressiz , kasmadan halletim. Büyümüşüz işte onu anladım. Hep birlikte deli gibi dans etmek ve Didem’le dans pistinden masaları kollayıp, gidip tıkınmak falan baya güzeldi. Arkasından copper club da eğlenceliydi. Bir de üstÜne Recomla karşılaşıp, eve tin tin beraber dönmekte güzelden öteydi. Bence 10. Yıla gelmeyenler epeyce bir şeyleri kaçırdı, ama kaçırdıkları tam olarak neydi pek bilmiyoruM:)

Pazar da kurufasulyeye gidildi. Gidilmez olaydı. O ne yağmurdu ve ben ne düdük bir kıyafet içerisindeydim. Lakin bahçeli’deki 3 kıyafetimdem biri şort tulumum (ki buna birisi bugün o bilmem ne mi diyerek başka bir isim söyledi) diğeri de yine bir şort ve sonuncusu da dün gece giydiğim elbiseden ibaretti. Yağmura nispeten daha dayanıklı babetlerim de Utku’nun arabasında kalınca , ıslanmaktan başka çarem yoktu bu güzel Ankara havasında. 10. yıl balosuna katıldığımız için kurufasulye beleşti. Kapıdan ismimizi söyleyip girdiğimiz esnada, bir amca “siz değil anneniz katılmış benceee ama neyseee, neysee hadi bu sefer de böyle olsun falan” diye epey bi diretti. Sallamadım. Sanırım deliydi.

Bol bol ıslandığımız, manasızca salındığımız kurufasulye için güzeldi diyemesem de bugün de güzeldi, çünkü mükemmel babetlerimiz oldu. Çünkü reco bizi Panora’ya götürdü. Daha çok şey alırdık ama Müge , o heryere geç kalan Bahar’In arkadaşı Mügeee erkenden bize gelmişti. Biz evde yoktuk. Ağlıyordu. Epeydir de bize gelmiyordu. Daha çok ağlamasın dedik. Eve geldik. Kendisi biz eve geldiğimizde uyuyordu. Şu an ben onun için en egzantrik pijamalarımı giydim. Onlara kahve yaptım. Onlarsa nedense benim odamdalar ve beni kovdular gibi bir şey. Ben de işte blog yazdım. İçimde biraz sıkıntı var. O Ankara civarında gürleyen göklerin sesi kalbimden geliyor olabilir. Her bakımdan enteresan bir haftasonuydu aslında. Yarın Pazartesi değil Salı bir de. Şaşırmayın günleri falan.

Bu yazıyı sonuna kadar okumuşsanız, şu an bir kutu kurabiye kazandınız. Lütfen adresinizi ve isminizi mail atın:)
foto: soldaki ben sağdaki didem:)

5 Haziran 2010 Cumartesi

oh.

Gün geçiyordu, şarjım azalıyordu. Planım Utku, Selma, Altuğ ve Eren ekibiyle bir saat oturup eve dönmek, uzun uykulara dalmaktı. Gün içerisinde utku’dan “sn. Aysoy Akman, sn. Balamir...” diye başlayan ve casitada yemek yeneceğini bildiren o komik mesajı aldığımda hala kendimde bir güç bulabilmiş değildim. Sonra bir şekilde 6’da işten çıkmayı başardım, Utku’ya telefonda ne yapsam etsem off poff diye dertlenirken, onun motivesiyle eve geldim, duşumu aldım, mükemmel ayakkabılarımı ayağıma geçirdim ve 8 de casita’da açlıktan ölür bir halde masa başındaydım.
Bu kısmı ofis arkadaşlarım umarım duymazlar, çünkü hep birlikte toplu bir rejime(katliama uğradık) girdik. Ama ben ilk günden fire verdim tabii ki.
Güzel ve leziz mantılarımız eşliğinde, düğünü yaklaşan Selma ve Altuğ’Nun türlü maceralarını dinledik, Erenimizle hasret giderdik..
Gecenin bombası Selma’dan geldi; “Şimdi insan evlenince bu yemek işi hassas konu tabii, işten eve gelmişim, deli gibi acıkmışım, yemek hazır, pişmiş , kaşığı/çatalı bir atıyorum ki deli gibi tuzlu, e haliye insanın siniri bozulur tabii” diyerek patlattı bombayıJ Bu sırada müstakbel evliliklerinde , işten eve Selma’dan önce gelen, koştur koştur yemek hazırlayan, bir de üstüne yemeği tuzlu yaptı diye Selma’dan azar işiten Altuğ geldi gözümüzün önüne ve hepimiz gülmekten öldük tabii:)

Davetiyelerimizi de aldık ve düğüne 2 perşembeleri kalmış bu çiftimizin pasta kesme esnasında çalacak şarkısının da toplu bir dansa oldukça müsait olduğunu öğrenince Eren ve Utku’nun sevincini ve çalışalım o dansı yapalım fikrini ortaya attıklarındaki heyecanlarını görmeniz gerekirdi. Hayır böyle tuhaf fikirler hep benden çıkar sanırdım ama şu an itibariyle sürprizi kaçmasın diye söylemediğim o şarkı eşliğinde dans çalışmalarına da başlama kararı almış bulunmaktayız.

Gece Altuğ’nun bana baktığı şahane fal eşliğinde bitti. Kafamdaki bütün o başı sonu gelmez düşüncelerden kurtulup, çok ferahlayacağımı, önümün çok açık olduğunu söyledi.

Neticede bu gece ne serin ne sıcak ama çok güzeldi. Bana da bayaa bayaaa iyi geldi.

4 Haziran 2010 Cuma

kafam karıştı.


Ben şunu fark ettim ki, herkes kaçsam mı , kalsam mı, tamam mı devam mı, gelecek, evlilik, çoluk mu çocuk mu, kendi işin mi, devlet mi, kpss mi,master, doktora, yurtdışı mı, gitti mi, gidiyor mu diye yüzlerce soruya cevap ararken, dertlenirken, kederlenirken, kararlar alıp uygularken ben olayların çok dışında kalmışım.

Tüm bu konulara dair söyleyecek beylik laflarım, verilecek mantıklı önerilerim var da. Da sı ne dersen, kendime bir önerim yok, hedefim yok.

Hırsım mı yok benim. Güzel yemekler yiyip, güzel filmler izlerken, içime işleyen kitaplar okurken, denize durup öyle sadece bakarken, arkadaşlarla ailemleyken geçiyor işte günler ve ben fark edemiyor muyum? Yanlış yolda mıyım?

Kafam karıştı benim.