29 Eylül 2008 Pazartesi

İyi Bayramlar..

Bu bayram sabahı da hep birlikte güzel bir kahvaltı yapacağız; babam, annem, bahrim ve ben.
Bu bayram ilk önce babaannemle, halamı ziyaret edeceğiz.
Dayımlara, amcamlara, teyzeme gidip, ekmek kadayıfı, baklava, börek yedikten sonra şiştik diye hayıflanacağız.
Bu bayram Yudum, Didem, Efe ve ben Ankara’da kalanlar olarak gezip, tozacağız.

Ama bu bayram sabahı ben Bahçeli’de olmayacağım, kapı sabahın erken bir saatinde çaldığın da yataktan fırlamayacağım.
Daha gözümü açar açmaz dedemin elini öpemeyeceğim.
Düzinelerce tabağa hızla baklava börek yerleştirirken, içerdekilerin kaç kişi olduğunu hesaplamama da gerek kalmayacak.
Akşamın ilerleyen saatlerinde dedemle sürpriz yapabilecek misafirlerin listesini gözden geçirdikten sonra, dedemin belki birileri daha gelir diye içinde hafif bir endişeyle gidip pijamalarını giymesine destek vermeyeceğim.

Çünkü sen gittiğinden beri o eski kalabalık yok dede.Sensiz 3. bayram oldu diyemem ben. Çünkü artık bayram benim için “eskisi gibi olmayan bir şey” demek.Seni her gün olduğundan daha çok özlemek demek.

Herkese iyi bayramlar.

Fiyat da neymiş dert değil:)


Bugün satılan herşeyi satın aldım, satın alamayacaklarım için teklif verdim.. Yine bir alışveriş çılgınlığı, yine bir beni tutun nidaları, hapse düşeceğim kredi kartları borçlarımdan diye çığlıklar atan bir ben.. Peki bütün bunlar neden oluyor? Beynimin sol tarafı henüz sağlıklı çalışmıyor arkadaşlar. Bu da fiyat denen küçük ayrıntının dikkatimi çekmediği anlamına geliyor. Hiç abartmıyorum bugün miniminnacık bir yangın tüpünü kırmızı kırmızı çok güzel bulduğumdan almak istedim. Almadım tabi. Yok daha neler. O kadar da uzun boylu değil yahuuu! (Bu kısmı eğer hocanız olduysa Pembegül Balta tonlamasıyla söyleyin).


Yani aslında ben bugün daha çok ihtiyacım olmayan şeylere yönelmeye müsaittim. Ama beynimin mantıklı kararlar veren sol tarafı aktif olmasa da sol kolum Bahar’ım benimleydi.Sonuç: hafif hasarla atlatılmış bir gün. Evet fotodaki çizmeleri de aldım. Peter Pan’a benzedim sanki. Ama ben severim Peter’ı. İhtiyacım olmayan şeyleri satın alma güdümü ise Koçtaş’ta evimize paspas, banyo aksesuarı v.b. almakta olan anneme eşlik ederek bastırdım. Rahatladım. Yarın belki kredi kartımı olmadık bir yere saklaması için Bahar’a teslim eder, sonra da kendim olmadık bir yere giderim. Belki ramazandan sonra benim alışveriş orucuna girmem gerekir. Amin.

28 Eylül 2008 Pazar

Hediye gibi geldin, hoşgeldin..

(Foto:Bahar&Ben)
4 yaş civarındaydım heralde.. Annemin hamile olduğunu tam olarak kavrayamamıştım. Sadece etraftaki herkesin bana bir dönem “kardeş ister misiiiin” gibi şu an çok münasebetsizce bulduğum, o zamanlarsa kardeşi bir çeşit oyuncak gibi algılamama neden olan manasız bir soruyu defalarca yönelttiklerini hatırlıyorum. Cevabımsa çok netti “HAYIR”. Çünkü hayatım yeterince zordu. Elimden bütün oyuncaklarımı almak isteyen, beni vazelinleyen, beni lazımlıktaki kakalara bulayan, sürekli kavga ettiğim bir Mehmet vardı. Gülsima ise yine o yaşlarda benim için etkisiz eleman sayılacak kadar küçüktü. Ama 4 yaş için yeterli bir kalabalıktı. Derken Sen geldin. Masanın altına saklandığımı hatırlıyorum.

Önce rakibim, sonra küçük kardeşim ve en sonunda en iyi arkadaşım, her şeyim oldun. Rakibim olduğunu düşündüğüm zamanlar dünyaya yeni geldiğin günlere tekabül eder.Tüm ilgiyi üstüne çekmene bozulmuştum herhalde. Küçük kardeşim olduğun zamanlarsa ilk okula başladığın günler. Serviste miden bulanmasın diye dualar eder, “boyama kalemlerimi unuttuuum” feryatlarını jetonlu telefonla annemi arayarak bastırmaya çalışırdım. Ve derken en iyi arkadaşım oldun.
Sen benim yetenekli sanatçım, sen sabırlı fotoğrafçım, en güzel tatlıları pişiren hünerli aşçım, moda danışmanımsın. Tüm deliliklerime, bitmeyen sorularıma sanki sen benim ablammışsın gibi büyük bir olgunlukla katlanan, gece korktuğumda yanına gelip seni sıkıştırmama izin veren, ıslak ıslak kocaman öpücüklerime bile müsaade eden, bana en çok gülen, beni en çok güldüren sedef kabuğum, sütlacımsın.

İyi ki geldin Bahar, 21. kez hoş geldin..

24 Eylül 2008 Çarşamba

LEGO


benim şimdi "ah ne de çok özlemişim legolarımı" tarzında bir cümle kuracağımı sanmayın çünkü biz haftada iki gün zeyneple doya doya oynuyoruzonlarla.. onlar benim legolarım. Sanırım babam 5. yaş günümde almıştı. Ama nedense o doğum günümde boyuma uygun bir mini sandalye de iççamaşırlarımla, elimde barbie dergisi, bacak bacak üstüne atmış pozisyonda takılmayı tercih ettiğimden o fotomu buraya koyamıyorum, çok müstehcen:P



Zeyneple dün akşam biraz alternatif olsun dedik, havuz yaptık , derken tramplen,tramplene çıkan merdiven, güneşlenenler için şezlong ve tabiki güneşten korunmaları için tente benzeri bir şeyi de unutmadık. Çünkü zeynep dediki " güneştee kalmasınlaaaar, ölürler soraaaaa " Zaman zaman deniz yatağında da yatırdık adamlarımızı, ringoya bile bindirdik ama onları çok uzatmadık alt komşulara ses gitmesin diye.. Ne barbieler, ne evcilik oyuncakları, legolarımı tek geçerim, dünyaya değişmem..

Ama, ama..

Şimdi bizim işte eğer hakim size bir hafta aralıkla duruşma günü veriyorsa bilin ki kafasında bir planı vardır, davayı bitirecektir, ha iyi mi kötü mü orası bir muamma, e birazda hünerli dilinize bağlı.. Bugün de böyle kısa aralıklı bir duruşmadayım. Biliyorum hakim hanım davayı reddedecek, ben davacıyım, bu da durumun aleyhime olduğu anlamına gelir. Ki beklediğim gibi oldu, davamı reddetti.( hoca 1 verdi gibi, ben 1 almadım, yani davayı kaybetmedim, o reddetti.) “Davanın reddine” der demez hakim, ben de “ama efendim teknik bir konu, bilirkişiye vermeniz gerekirdi ”diye konuşmaya başladım. Sonra düşündüm de işe yeni başladığımda karar verildikten sonra konuşup duran, sızlanan avukatların bu hareketine hiçbir anlam veremez, hatta onları kırmızı kart gösteren hakeme, penaltıya itiraz eden futbolcular gibi görürdüm. Ben şimdiye kadar kırmızı kart gösteren bir hakemin, bağırıp çağıran bir futbolcunun bu hareketi neticesinde “ aa haklısın oğlum, çok affedersin” diyerek, kartını cebine soktuğunu görmedim. Aynı şekilde hakimin kararına itiraz eden birine “evet avukat hanım, nasıl yaptım bu hatayı, iyi ki söylediniz” diyen bir hakime de rastlamadım. Herhalde ben her gün annesine söylenip yine her geçen gün ona daha çok benzeyen kızlar gibi oldum. Ben zaman zaman “Bu iş bana göre değil” dedikçe, daha çok avukat oluyorum belki de.. Neyse fazla da üzülmenin anlamı yok, davayı kaybettim ama temyiz hakkını kazandım ne de olsa:)

22 Eylül 2008 Pazartesi

La Reve

İş yerimdeyim, hiç ışık yok, renkler sepya, ışıkları yakmak istiyorum ama bulamıyorum düğmeleri.. Birden karşıma bir bebek çıkıyor, pusette 3 yaşlarında.. Onu görür görmez telaşla diyorum ki “ neden bu pusettesin, ayakların ağrımadı mı böyle oturarak uyumaktan?” Kucağıma alıyorum onu. O bebekte bir şey var, sanki hasta ya da mutsuz. O bebek beni sevip, bana bağlandıkça huzursuz oluyorum. İçim sıkılıyor. Benim salonum çok ferah diyerek ilerliyorum onunla. Evim o kadar yüksekteki bulutlar geçiyor penceremin önünden. Yerden tavana kadar cam ve gündüz ama yine de karanlık içerisi. Karşıdaki binaları gösteriyorum bebeğe, kucağımda otururken. Bak diyorum burada oturan insanlar havaalanına gitmez , gerçekten de evlerin yanında üzerinde pegasus yazan tren vagonuna benzer çıkıntılar var ve uçaklar gelip oradan alıyorlar yolcuları. Bir anda o kadar çok başım dönüyor ki, kucağımda yatarken külçe gibi ağırlaştığını hissettiğim bebeği itiyorum üstümden ve diyorum ki “ Ben yüksekten çok korkarım” Allah hayırlara getirsin.

19 Eylül 2008 Cuma

Karakolda Ayna Var..

Bu gün gittiğim Kavaklıdere Karakolu’nda ve Çankaya İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde çalışan memurları, polisleri avukatlara gösterdikleri düzgün muameleden dolayı tebrik ediyorum. Bugün istediğim hiçbir şeyi geri çevirmeyerek işimi o kadar kolaylaştırdılar ki hepsine teşekkür ediyorum. Zaten gittiğim hiçbir karakolda klasik bunalım memur triplerine maruz kalmadığımı da söyleyebilirim.Hatta Norveçli, pasaportunu kaybetmiş adamcağızla gayet düzgün İngilizce konuşan ve ona başarılı bir şekilde yardımcı olan Kavaklıdere Polis Karakolu ‘nda görevli, adını bilmediğim polis de ayrıca gözlerimi yaşarttı. Şakacı bir memur “bak bizim hacılar entarilerinin içine dikerler bir cep, pasaportunu parasını da saklarlar oraya, bu niye öyle yapmamış ki” dedi ama şaka yaptı bence:) Netice itibariyle bürokratik bir engelle karşılaşamadığım bu teşkilata ilişkin yazım abartı gelebilir belki ama gün içinde karşılaştığım terslikleri düşününce iyi bir şey bünyemde şaşkınlık yaratıyor, paylaşmak istiyorum! Hala bir yerlerde işini doğru yapan, sizi başından atmaya çalışmayan, çalışkan ve saygılı insanlar var! Korkmayın.

18 Eylül 2008 Perşembe

Taksi Dolmuş& Aşk-ı Memnu (II)

Otobüs durağımızdaki kuyruk çook uzundu bu akşam. Sonra birden bir taksi geldi, başladı "taksi dolmuşş 2.5. liraaa" demeye. Bir sağa bakıyorum bir sola kimse oralı olmuyor. Derken taksici "2 liraaa" diye bağırınca öndeki çift hareketlendi, bunu fırsat bilen ben hemen ön koltuğa kuruldum, akabinde bir amcayı da yanımıza alarak düştük yollara. Taksici amca çok komik. Ben keyifliyim. Taksi dolmuş benim için yandaki fotoğraftaki arabalara binmek demek, yaşım 9-10.Bahçeliye mi giderdik Kızılay'dan? ya da 7. Cadde'den mi kalkardı? ,tam da hatırlayamıyorum. Taksicimize göre taksi dolmuş olayının çıkış tarihi 1970. Oda 1974 de almış ehliyeti, uzuun bir otobüs kuyruğuna yanaştığı o yıl için diyorki “işte ben o zaman anladım taksi dolmuş ne demek” Arkadaki arkadaş "ama 2.5 lira da zaten çok fazlaydı" diyor hala, daha bizim semte bile gelmemişken, amcamız taksimetreyi işaret edip çoktan verdiğimiz parayı aştığımızı, bu işten karlı çıktığımızı söylüyor ve itiraf ediyor “zaten benim evimde burda”.

Ve ben bir nostalji yaşamanın keyfiyle geliyorum evimee.. sırada ben eve girdiğim de bitmek üzere olan aşk- memnuya ilişkin yorumlarım. Az sonra.. Dua edin hepsini seyretmedim. Yoksa yetmezdi bu sayfa. Maddeler halinde sıralayalım, dikkatlerimiz ve konu dağılmasın.

1-) Hala Bihter’in (Beren) rol yapamadığına inanıyorum. Özellikle annesine doğru salladığı o işaret parmaklı, hafif sinirli, mor elbiseli halini hiç tutmadım. Annesi Firdevs (Nebahat) ise gerçek bir kötü mü, yoksa çok mu iyi rol yapıyor bilemedim.

2-)Nihal rolündeki gerçek adını bilmediğim evin sorunlu kızının bu hafta güzelleştiğini düşündüm, 13. gününde mi dedim içimden(bknz: 28 gün hormon horoskopu), sonraları botoks ya da dudaklarına silikon yaptırmış olabileceği gibi şüphelere kapıldım.

3-)Bihter’in (Beren) telefon açıp, Adnan’a (Selçuk) “akşam bişiler yapalım” dediği ve adamcağızın ona “sen ne istersin” diye sorduğu anda Bihterin, muhterem Adnan’a “nadaya gidelim” demesini istedim.

4-)Takıldığım diğer önemli faktör Bihter’in yemekte giydiği kıyafet. Annesinin kıyafetini giymiş, babannesinin incisini takmış, oyun oynar gibi görünen bu arkadaşımızı bu kılığa kim soktu bilmem. Ben Beren'i Hatırla Sevgiliden çok beğenir, çok severdim, yakıştıramıyorum. Hele o çantası ve o kıyafetin altına giydiği ikoncan ayakkabılarına hiçbir anlam veremedim. Belki de bir kısım zenginin zevksiz olduğu imajı verilmeye çalışılmış olabilir, böyle bir durum söz konusuysa bu konudaki eleştirilerimi geri çekiyorum.

5-)Bir diğer husus; ben yanlış anlamadıysam bu aşk-ı memnu günümüze uyarlanmış. Peki o evin kızı Nihal neden o roman günlerinde kalmış? Ben öyle bir yalıda oturan o yaşlarda bir genç kız olsam, derin depresyonlarda, karanlık kuyularda bile olsam daha sosyal olurdum sanki. Bu kızın arkadaşı yok, interneti yok, koskoca yalıda bücür Bülentle aynı odayı paylaşıyor. Mürebbiyesi yetiştiryor da, okula da mı gitmez? Üniversite mi? Lise mi? Ben bunları da merak ediyorum.

6-)Dizinin son sahnesindeki öpüşme sahnesi ise acıklı. Adnan’ı çok beğenirim de, heralde ben de öpemezdim dolayısıyla bu konuda çok da atıp tutmanın bir manası yok.
Öperim sizi.
(Unuttuğum bir ayrıntı daha: Bir önceki bölümde Bihter yalılarının bahçesindeki havuz kenarında bikinisin üstüne giydiği örgü dantel karışımı bir parça ile güneşlenmekteydi. Ancak hiçbir genç kız ip izi bile istemezken, o da neydi, kaldı ki orası evlerinin bahçesiydi, ortaköyden tekne turuna çıkanlardan mı çekinmişti?, tamam Bihteri soyun, kameranın önüne koyun demiyorum ama kafamızı karıştırmayın inandırcı olmayan sahnelerle.. diyor burda susuyoruM)

17 Eylül 2008 Çarşamba

ELMA GÜNÜ/Avukat Merve




Digiturk’de Elma diye bir kanal, bu kanalda da Elma Günü diye bir program vardı. –Di’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü bizde artık digiturk yok ve dolayısıyla bu kanalın ve programın akıbeti hakkında herhangi bir fikrimde yok. Peki ne yaparlardı bu Elma Günü’nde? Şarkıcı, dizi oyuncusu, manken v.s gibi tanınmış bir şahsiyet sabah gözlerini açtığı andan, akşam evine dönene kadar izlenir, o bir gün boyunca neler yapar gözlemlenir, Mtv de mevcut benzeri bir programın özentisi olunur ve program neticelenirdi. Şimdi bugün birden aklıma geldi bu program ve ben kendi Elma Günümü düşündüm, çok vahim buldum. Yataktan kalkıyorum, ama bu programdaki bir çok arkadaş gibi makyajımla uyanmıyorum, hani olsa olsa bir gece önceden üşenmiş, rimelimi silmemişimdir, oda bende hafif satanist bir ifade çağrıştırıyor olabilir, kimse korkmasın. Derken ne giyeceğim kısmına geçiyorum, bugün duruşmam yok, bu da kot giyebilirim demek oluyor. Yaşasın! Dolabı açıp hızlı bir karar veriyorum, dedemin çok sevdiği, yeşil üzerine beyaz puanlı bluzumda karar kılıyorum. Bu ara her gün aynı kotu giyiyorum ben, hani bir değişiklik yapsam fena olmaz. Gülsima ve Bahar Top Shop Ankara’da yokken ve biz İstanbul’da iken çok güzel bir kot almışlar, ben bedenim olan 26 bana bol, 25 ise dar olmasına rağmen, “kottur esner aman aman al, kaçırma” gazları ile o minnacık şeyi almıştım. Bugünlerde biraz zayıfladım sanki, “belki bugün çok sıkmaz beni, e hadi onu giyeyim bari” diyor ve ütüye geçiyorum. Evet ben sabahları akşamdan yapılacak bir çok şeyi yapıyor, güne bir nevi tersten başlıyorum.(bknz:ütü yapmak, makyaj temizlemek gibi)Benim bu Elma Günü’ne katılmış arkadaşlar gibi evden çıkıp kuaföre gitme lüksüm yok maalesef. Belki saat ben evden çıkıyor iken 6:30 olsaydı olabilirdi(hoş o saatte kuaförüm Bülent nerde uyanacak da nerde dükkanı açacak) ama saat 8:30’u gösterdi mi bu 9:00 da işte olabilmem için son alarmdır. “Zaten saçlarım dünden kalma fönlü beni idare eder, makyajı da sora yaparım, e güneş gözlüklerimi takayım da kimse benden korkmasın” diyerek atıyorum kendimi sokaklara. İşe vardıktan sonra çok değişik bir şey yok. Masa işlerim konusunda bir verim sağlayamamam neticesinde, kendimi dışarı işlerine adama kararı alıyorum. “Eee oda iş ne yaparsın” nidalarıyla yine sokaklarda buluyorum kendimi.Çok da iddialıyım hani, önce bize yakın bir müvekkilimizin şirketine, oradan defterdarlığa ve sonra da adliyeye gidilecek! Rotamız belli ancak çekimimize yayan olarak devam ediyoruz zira benim yine bu elma günü’ne katılan arkadaşlar gibi son model bir jeepim yok henüz. (Henüz diyorum dikkatinizi çekiyorum, çünkü kapının önündeki o Land Rover’ı her sabah, her akşam istiyorum, ama şehir içinde jeep kullanılmasını biraz kroo bulduğumdan, e birde fiyatından ötürü kararsız kalıyorum) İşyerimize gelirken, geçerken geçtiğimiz nadide parkımızda ilerlerken, rüzgarın etkisiyle havuzdan sıçrayan sudan (ya da su damlacıklarından), kafama kovayla su boşaltıyorlarmış edasıyla kaçıyor, vatandaşlarımızı şaşırtıyorum. İçimden onlara “şaşırın bakalım şaşkınlar, her sabah, her akşam siz de kuytulardan o havuza işeyenleri görseydiniz bunun bir sus, süs havuzu değil, çiş havuzu olduğunu bilirdiniz” diyor, yoluma devam ediyorum. Müvekkilimiz olan şirkete gitmek için izlediğim güzergahta tabiî ki üst geçitleri kullanıyor, bunu yapmayan, arabaların önüne atlayarak trafiği tıkayan deli vatandaşlarımızı şiddetle kınıyor ve şu an onlara bir araba çarpsa alacakları kusur oranında bir tahminde bulunuyor ama sesimi çıkartmıyorum. Kınama işlemimi burada sonlandırmıyorum elbette. Bu ara etrafta gözüme çarpan 50 yaş ve üzeri anormal yanmış, güzel elbiseler, hoş etekler ve dolgu topuk ayakkabıları ile yanık tenlerini sergileyen memur teyzeler de nasibini alıyor içsel serzenişimden. Onları da kınıyorum. Ben bile 10 yaşımdan beri iflah olmaz bir taneroksiya (bronzlaşma bağımlısı) olmama rağmen aynı zamanda yaşlanma fobisine de sahip olduğumdan bıraktım bu güneşlenme işlerini. “Ey teyzeler siz korkmaz mısınız kırışmaktan” diyorum, neyse ki yine sesim duyulmuyor. Sonra karşıdan karşıya geçmek üzere ışıkta beklerken(ben bu Elma Günü’ne katılarak Trafik konusunda çok doğru mesajlar verebilirdim) bir kız bir erkeğin buluşma anına şahit oluyorum. Ben bu anları kaçırmam, nedense iki insan karşılaştıklarında birbirlerini nasıl öpecekler?, sarılacaklar mı?, ne diyecekler gibi gözlemlerde bulunur, o çiftin yeni mi çıkmaya başladığı, sevgili olup olmadıkları , birinin diğerini bekletmesine kızıp kızmadığı gibi tahminlerde bulunmaya çalışırım. Bunu da neden yaparım bilmem. Ama yine yapıyorum. Hatta ışık yanıyor bana ama dönüp yine bakıyorum. Pek malzeme çıkmayınca onlardan yürüyüp geçiyorum.Geçerken evimize giden otobüsü görüyor ve ona binip eve gitmek için dayanılmaz bir istek duyuyor ama yapamıyorum. O sırada bir ambulansa bindirilen adam dikkatimi çekiyor. Olduğum yerde donup kalıyorum.( Ambulans olayına, sesine, anına ilişkin geçen seneden kalma , geliştirdiğim hassasiyetim hala baki )Sonrasında sallana sallana şirketimize ulaşıyorum, bu sefer o Ninja kaplumbağ’daki beyin gibi takılan, zaman zaman görünmeyen, sadece sesi duyulan adamla değil de, sıcakkanlı Ümmet Bey’le işimi halletmiş olmanın verdiği keyifle yine bir diğer rotama dönüyorum. Ama hangi işime devam etsem diye kararsız kalınca saate bakıyor ve öğle tatili vaktinin geldiğini fark ediyorum.( Zaten bunu her adım başı rastladığım adliye personeli nedeniyle de anlamam gerekirdi) Öğle tatilini gümüşçü dükkanımızda (buradan daha sonra bahsedeceğim) geçirip, birde çok güzel bir alyans satıyorum tatlı bir bayana. Ve ver elini defterdarlık, bu binaya doğru yürürken eski şeyleri ve ulusu sevdiğimi düşünüyorum. Neden bu eski binaların üzerine hangi dönemde kim tarafından yapıldığını yazmamışlar diye kızıyorum, en çok da Ulus Ankara Şubesi İş Bankasını, birde 362 yılında Roma imparatorun şehri ziyareti onuruna dikilen Julian Anıtı’nı seviyorum. Ama o anıta hep korkarak bakıyorum çünkü zaman zaman üzerinde oturan bir leylek görmek mümkün ve ben uçan leyleğin uğuruna inandığım kadar oturandan da çekiniyorum. Keşke ben de gittiğim her yere ziyaretim onuruna bir iz bırakabilsem diyorum. (hadi o imparator olduğundan öyle egosu şişkin bir şahsiyet de bana ne oluyor ki?) Son durağımız adliye, orası o kadar tatlı bir yer ki bir Elma Günü’ne sığmaz maceralar, anılar barındırır içinde, o yüzden üzerinde durmuyorum. Sadece postaneden bahsedecek olursam dedikodular düne göre aynı, “o şişman memur köpeğini nasıl da bir milyara ameliyat ettirmişmiş”, “amanda o kadar maaşı bile yokmuş”, “köpeğin kılıymış, armudun çöpüymüş” diye bıraktığım yedeydi onlar.. Ofisime dönüyorum yorgun, argın. Benim Elma Günüm burada bitsin bence. Çünkü hayatım pek sıkıcı. Elma Günü’nde de yapacak pek bir şeyleri olmayan manken v.b. arkadaşlarımız muhtemelen diyette olduklarından yemek de yiyemezler,(ben bugün oruçtum) program boş geçmesin diye de bir parka giderler, fonda alakasız bir şarkı salıncakta sallanır, iki salınır bir nev’i klip çekerlerdi. Ben işten güçten klip çekemedim ama siz isterseniz hayalinizde beni Abdi İpekçi parkında, İbrahim Ferer-Silencio eşliğinde bir o yana bir bu yana koşturabilirsiniz. Öperim.(Aslında ben bu Elma Günü’nü duruşmam olan, farklı yerlerde yemek yediğim, gece hayatına aktığım bir gün çeksem daha havalı olurdu ama neyse siz yabancı değilsiniz)

16 Eylül 2008 Salı

Eylülde Gel

Hala eylül geldiğinde hüzünle karışık bir mutluluk oluyor içimde.. mutluluk okul yıllarımdan kalma.. çünkü o zamanlar koskoca bir yazı ankara’da geçirip tatile gittiğim, okula yanık tenimle ve tatil maceralarımla döndüğüm, dualarımın denizli bir yerde daha çok kabul göreceğine inandığım ve sadece altın kızlarla seçmeli derslerimizi aynı tutmamızın işe yaramasını, böylece aynı sınıfta olmayı, sevdiğim herkesle hep beraber kalmayı, iyi bir üniversiteyi dileyip durduğum ay eylül..

Hüzünlü biraz da.. çünkü zaman zaman bulutlu olmasıyla, çok sevdiğim yazlıklarımla vedalaşmama neden olan rüzgarları, yağmurlarıyla, uzun bir kışa yaklaştırmasıyla kederli bir ay eylül…

Bugün yolda yürürken kafamı kaldırdım baktım gökyüzüne, hala masmavi, en sevdiğim gibi.. her şeye rağmen güneşli bir günde ayağımın altında hışırdayan kurumuş yaprakları da seviyorum ben, çorapsız bacaklarım ürperirken incecik hırkamla akşamları ısınmaya çalışmayı da..

13 Eylül 2008 Cumartesi

Pizza Tarifi (Annemin meşhur pizzası)







Hamuru için
1 çay bardağı süt
½ çay bardağı ayçiçek yağı
Yarım pakmaya(maya için şeker)
Un
Tuz
Kekik

Hamuru açtıktan sonra ketçapla kapla. Yağladığın pizza tepsisine yerleştir. Üzerine biraz kaşar serpip canın ne istiyorsa koy.(Ben kocaman mantarlar, azıcık sucuk, bol bol sosis ve salam, mısır, yeşil ve siyah zeytin, bir de yeşil biber koydum. ) Sonra yine serp kaşarları. Önceden ısıtılmış fırında 175 derecede pişir. Afiyet olsun.


12 Eylül 2008 Cuma

Best Relaxing Classics 100.



Üniversite de kısacık çalışmalarımı uzun soluklu kılabilecek, dikkatimi dağıtmayacak, hatta mucizevi bir şekilde dikkatimi toplayacak bir müzik, bir şarkıcı, bir cd arıyordum ki, birden şu hani D&R ya da benzeri yerlerde indirimli Cd’ler bölümünden satın aldığım BEETHOVEN Cd’si kurtarıcım oldu. Söz konusu CD’nin toplam süresi 56 dakika olup o cd bitene kadar masadan kalkmayan mucizevi bir yaratığa dönüşmüştüm zamanla:) Hatta bu Beethoven Cd’si eşliğinde bir kısa filmim bile vardı çalışırken.. Sonra Grafiker Kardeşim Bahar onu çizgi film olarak da çizmiş, pek başarılı olup ona şu sitede yer bile verilmişti.(bknz:http://blog.lib.umn.edu/jrock2/tulip/2007/10/dijital_pasaj_baskent.html
) Ve ben en çok Piona Sonata No:14 ‘MOONLİGHT’ı severdim. Daha sonra sadece ders çalışırken dinlediğim Beethoven sayesinde klasik müzik sever olmadım belki tam anlamıyla ama özellikle zaman zaman kafamı toplamak ya da sözsüz bir şeyler dinlemek istediğim de tercihim klasik müzik oldu. Şu ara favorim Best Relaxing Classics 100. Beni ders çalışmaya alıştıran muhterem merhum Beethoven Amcam’dan, Shostakovich’e, Schumann’dan Handel’e, Llyod’a, Mozart’a kadar bir çok ismin çaldığı, bestelediği, arada bir birilerinin söylediği (ki bana Mehmet’le CSO konserlerinde solistler çıktığında kıkır kıkır gülmekten ölüşümüzü hatırlattır) bu 6 CD hem de tek albüm fiyatına.. (Televizyonda sürekli bir şeyler satan Sahrap Soysal’a döndüm niyeyse)Herneyse Ben zaten her şeyin bir araya toplanmışını severim,bu Cd’ ye de bayıldım. Özellikle “aa ben bu melodiyi nerde duymuştum?, aa bu hangi filmindi?” deyip bestecilerini keşfetmek çok keyifli. Bu Cd de favorim ise 3. Cd Relaxing Film Classics’deki American Beuty’nin Any Other Name’i…aynı tarzda Best Jazz 100 gibi bir cd de aldım ama sanırım jazz anlayışımla bu cd pek uyuşmadığından pek ısınamadım zira ben jazzın sözlüsünü severim..

YAŞASIN YEMEK YEMEK






CANIM;

kaşarlı domates çorbası (annem yapsın/ ya da tadım)
balkan köftesi (asmalı mescit groove)
waffle(big chefs/kitchenette)
sütlaç(annem yapsın)
cambo köfte
dopio cookie (starbucks)
güllaç (annem yapsın)
çilek
profitrol(bahar yapsın)
pizza (peppermill)
lahana sarması (Göksu)
sufle(Göksu) istedi.
Bide büyük su . Erikli olsun

11 Eylül 2008 Perşembe

Bir Adliye Günü&Elmadağ

Yeni adli yılın pazartesi günü başlamasıyla birlikte bugün yeni dönemin ilk duruşmasına girmiş bulunmaktayım. Söz konusu davayı, ilk celsesinde kazandığımı da söyleyeyim de azıcık reklamımı yapayım. Duruşmamın ardından kendimi Elmadağ yollarında buldum çünkü öğleden sonra keşifim vardı. Bu arada Elmadağ Adliyesi çalışanları gerçekten de çok neşeli ve iyi kalpli. Ben bunun küçük yerde çalışan insanlara özgü bir hal olduğunu düşünüyorum. Klasik memur depresifliğini sergilemiyorlar. Bunu bir de İstanbul da deniz gören adliye binalarında fark etmiştim. Öyle yerlerde de insanlara da tarif edilemez bir huzur oluyor. Yine de çok genellememek lazım, her an bir deliyle her yerde karşılaşabiliriz, özellikle devlet binalarında :)

Keşfe dönecek olursak; bugün 3 adet keşifleri varmış, ben gelmeden birini yapmışlar, sonra adliyeye uğrayıp beni de aldılar ve 9 adet kelli felli amca ve ben tekrar yola koyulduk. Önce bir başka dosya için bir sürü meyve ağacının bulunduğu bir tarlaya gittik. Katibimiz itinayla taburesini çıkarttı koltuğun altından, sonra üstüne minderini koydu, şoföre seslendi, oda daktiloyu önüne çekti, başladı şıkır şıkır yazmaya, bende indim arabadan salkım salkım üzümlere, elma ağaçlarına baktım mutlu ettim kendimi. Daha sonra epey bir mesafe gidip, uçsuz bucaksız üzerinde ne bir ağaç ne de ev olan tarların ortasında bulduk kendimizi. Ardından çok tatlı köylü bir amca geldi bize sandalye getirmek istedi ayakta kalmayalım diye.. Tepemizde güneş, serin serin bir rüzgar eserken, sonsuz gibi görünen tarlaların arasında bitirdik keşfimizi. Anladım ki ben hiç tanımadığım insanlarla, hiç tanımadığım, görmediğim yerlerde gitmeyi, sohbet etmeyi seviyorum.. bide köyleri, bahçeleri, ağaçları, evlerinin önünde oturmuş örgü ören o tasasız 5 kadını, kapı önünde halı yıkayanları.. Şimdi iş arkadaşlarımla iftara gideceğim. Hoş kal.

9 Eylül 2008 Salı

Big Bang&Kara Delik



10 eylülde, yani yarın Cenevre' de bu büyük patlama gerçekleştiğinde, bugün sadece %4ünü bildiğimiz kainatın geri kalanını da keşfetmiş olacakmışız. İnsanlığın kaderini değiştireceği söylenen ve yerin 100 metre altında yapılacağı açıklanan deneyde dünyanın dört bir yanından bilim adamları, maddeyi oluşturan parçacıkları inceleyerek evrenin işleyişi hakkında detaylı bilgilere ulaşacakmış. Bu deneyle, evrenin yüzyıllar önce oluşumu ve geleceği hakkında insanlığı aydınlatacak bilgilere ulaşmayı bekleyen mucitlerimiz umarım bir kara deliğe düşmemize sebebiyet vermezler. Zira bunun olacağını iddia edenler de varmış, yani bir nevi kıyamet günü olabilirmiş ve hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bu deneyin iptali için yine bir grup bilim adamı tarafından açılmış bir dava bile varmış. Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü (CERN)’e üye olmayan ülkemiz ise, deneye misafir sanatçı olarak katılacakmış.Yani deneyde söz sahibi değilmişiz ama araştırmalarımızla çorbada tuzumuz olabilirmiş. Bu konunun ilgimi çekmesinin nedeni ne diye düşününce de sanırım ben dünyanın kara deliğe düşebilme ihtimalini sevdim .. Yanlış anlamayın karamsarlığımdan değil kara deliklere sempatim, ama sanki looney tunes çizgi filmlerinde gördüğüm kara delik iyi bir şeydi. Yoksa kötü bir şeydi de ben mi hatırlayamadım?beni aydınlatın.. kara deliğe düşersek bu lafım çok ironik olacak:)

8 Eylül 2008 Pazartesi

Bir şarkı var aklımda, söylemesi ayıp, sözleri kayıp..

Bir şarkı benim dilime nasıl dolanır? Muhtemelen okul zamanı benden önce uyanmış Bahar Hanım günün, ayın hatta yılın en akla gelmeyecek şarkısını ayna karşısında hazırlanırken sadece bir kez mırıldanır ama bu benim bütün bir günüme mal olur ve ben sürekli o şarkıyı söylerim. Ama bugün Bahar bana böyle bir komplo da hazırlamadı. Peki ben İdare Mahkemesi'nin merdivenlerinden inerken,asansörde,ankarayda hangi şarkıyı söylüyordum?Uzun ip belimizde, baltalar elimizde biz gideriz ormana heey ormanaa.. İzci bile olmadım, kampa bile gitmedim ki been:)

7 Eylül 2008 Pazar

B&C Hair Design



Aralık 29 2007’den beri kestirmediğim rapunzel saçlarımdan nihayet bir nebze de olsa kurtulmuş bulunmaktayım. Cumartesi günümün yarısını kuaförde geçirdiğimi saymazsak, aslında çok faydalı bir eylem oldu. Kuaförümüz Bilkent ‘de ;B&C Hair Design.. Ben C si için gidiyorum oraya, yani Caner Abi (ağabey mi yazmalıydım Didem?) sebebiyle. Kendisi, saçları konusunda epey macera yaşamış benim için ideal bir kuafördür. Zira ne istediğinizi dinler, asla kendi kafasına göre takılmaz.

Benim için neden vazgeçilmez olduğunu biraz daha açıklayıp, maddeler halinde saymam gerekirse..

- omuz hizasındaki saçlarınızı azıcık ucundan aldırmaya diye gidip küt saçlarla ayrıldığınız kuaförlerden değildir Caner Abi..
- Herhangi bir saç bakım ürünün ne denli faydalı olduğuna dair bitmez tükenmez konferanslar dinlemek zorunda kalmazsınız.
- Saçlarınızı kötülemez.(“ayyyyy en son nerde kestirdin iğrenççç olmuşsun” falan demez)
- Yavşak kuaförlerden değildir.
- Hayatımda her kuaförden duyduğum “ay saçına gölge yapalım sana çok gider” cümlesini kurmadığı için, bana göre 1 numaradır.

Belki biraz tuzludur ama benim gibi yılda bir, bilemedin iki kere saç kestiren ve saçlarını boyatmayan bir şahsın yıllık bütçesinde herhangi bir eksilmeye neden olmaz.

Diğer taraftan saçlarımın kesilmesi için saatler süren bekleme esnasında kuaförümüze gelen yeni nesil sevgili kız kardeşlerimin ne denli değişik olduğuna da tanık oldum. Bir kere içeri saçları fönlü ya da maşalı olmadan iki şahsiyet teşrif etti o da kız kardeşim ve bendik. Her biri ya maşalı ya fönlü bir gün öncesinden ,ya da sabahtan yapılmış saçları ile arz-ı endam ettiler(öyle ki saçları biraz önce yapılmış birine gidip sizin ne yapılacaktı diyen çırak çocuklar oldu), hepsi sanki takılmış bir kaset edasında yaya yaya konuştular, her birinde herhangi bir markanın en vurgulayıcı en ben ben diyen herhangi bir parçasından en az bir adet mevcuttu,en beğenmediğimde gucci bel çantası ve kocaman gümüş bir melek üstüne altın az kocaman bir melek kolyesi:) takmayın bunları kötü duruyor..

Sonuç olarak saçlarımı beğendim. Sanki bana daha olgun bir hava verdi. Seneye kadar kuaförden bahseden bir yazı yazmam artık.Esen kalın.

4 Eylül 2008 Perşembe

Aşk-ı Memnu


Annem, bahar ve ben mutfakta oturup kalmışız.. tv de aşk-ı memnu.. baharla teyzemin bir huyu vardır ki tv deki herhangi bir programı, filmi, diziyi, klibi,reklamı aynı anda seyretmeye başlasak dahi ve hatta o filmi hayatımızda ilk kez görüyor da olsak, filmdeki karakterlerin seceresi, reklamın anlamı ve akla gelmeyecek binlerce soruyu ard arda sorarlar.. ki baharda öyle yaptı.. derken bir sahne oldu.. Selçuk Yöntem (dizideki karakterin adını hatırlayamayacağım zira dizideki isimler çok değişik behlül gibi, e haliyle romanı da okumadığımdan ben de bir çağrışım yapamıyor..) Beren Saatle karşılaşıyor mezarlıkta.. adam o anda öyle bir ifade yerleştiriyor ki yüzüne, hani gülümsemeden gözlerinin içinin gülmesi nasıl oluyor görüyorsun.. ben bu dizileri filmleri izlerken de tv eleştirmeni gibi sürekli konuşup durduğumdan “anne Selçuk Yönteme bak ne oyuncu yaa nasıl verdi ifadeyi” gibi boş boş konuşup, bir yandan da “beren saat rol yapamıyor” diye atıp tutuyorum.. sonra başlıyoruz gözlerimizle sevindiğimizi Selçuk Yöntem gibi ifade etme çabalarına.. tabii bir gülme krizine tutuluyoruz.. akabinde her zaman neye güldük diye çok merak eden babam koşarak geliyor neye koptuk diye, anlatınca oda deniyor gülmeden gözlerinin içi gülüyor ifadesini vermeyi.. en çok babama gülüyoruz çünkü hiç yapamıyor.. tuhaf bir aile olduğumuzu söylemiş miydim? Belki de böyle şeyler yapmadığınız için siz garipsiniz.. J

Kirpik Kıvırıcısı



Yargıtay’da şöyle bir uygulama vardır.. eğer avukatsanız size ayrılmış bir giriş vardır ve kimliğinizi gösterip ziyaretçi kartı almadan çantanızı cihazdan geçirerek bu binaya giriş yapabilirsiniz.. ben hafta da en az iki gere bu binada bulunduğumdan kapıdaki güvenlik görevlileri beni tanır, bana günaydın avukat hanıııım derler ve ben gülümseyerek işlerime başlarım.. Ancak bu meşhur(!) avukat hanım olmamdan çok çok önce, Yargıtay’da yeni tanınmaya başladığım günlerden bir gün ve tıka basa makkaj çantamı da beraberimde taşırken ben, çantam cihazdan çıktıktan sora henüz samimi olmadığım güvenlik görevlisi bey avukat hanım bir Dakka çantanız içinde bişi var sanırım makas bir görelim” demesin mi.. o anda saniyede kafamdan geçenler “tamam cımbız var hani törpüde var, hatta bi adaya düştüğümde yanıma alıcak 3 şey diil 3000 şeyin hepsi var bu çantada ama makas da mı vardı ya”” …derken çantam açılır.. çantanın içindeki ufak çanta şüpheli olduğundan bir de o açılır, hah şu bu derken ben hemen aydınlatırım değerli arkadaşları .. “aaAA o muuU o makas diilki kirpik kıvırıcısı…” derken yine bir başka gün kapıdan içeri girilir… bu sefer beni tanıyan değerli beyler arka taraftadır.. genç bir bayan gözlerini dört açmış çantamın içini gösteren ekrana bakmaktadır.. veee “çantanızda makas var sanırım bir görüverelim” der.. ben tam “aa bir Saniye” diyecekken arkadaki güvenlikçi amcalar bombayı patlatır.. “avukat hanım geçsiiiin.. kiPrik kıvırıcısı oo..” evet evet başardım.. yüzyılın buluşu, en sevdiğim aleti itinayla türkiye’nin dört bir yanına tanıtıyorum..

Ölü Muayene ve Otopsi Tutanağı

Son günlerde işimle ilgili yeni bir şeyler öğrenme heveslisiyim.. iş arkadaşım demet destekten yoksunluk tazminatı konusunda uzman.. türkiye’nin dört bir yanından gelen dosyalarda bilirkişilik yapıyor.. yani birisi öldüğünde, mesela geride kalan eşin, çocuğun ne miktarda destekten yoksun kaldığını hesaplayan bir rapor hazırlıyor.. hatta doğum günü hediyem bu konuya ilişkin bir kitap.. staja ilk başladığım günlerde bu dosyaları okumuş, türkiye’nin dört bir yanında bin bir farklı sebepten ölen insanların hikayesine hem şaşırmış hem de üzülmüştüm..

insan olarak en önemli meziyetlerimizden birisi kendimizden başkalarına faydalı olabilecek güçlerle donatılmış olmamız ve demet bu işi pek kutsal saymasa da bence onunda sihirli deyneği klavyesi.. tabiî ki hiçbir acının bedeli olamaz ama en azından okulda öğrendiklerimizi ve mesleğimizi bir ölümün ya da sakat kalma durumunun ardından verilebilecek tazminatı hesaplamak için kullanabilmek (çok tedirgin edici ve ince bir hesap olsa da ) bir nevi bir sihir bence.. ve ben de bize gelmiş bilirkişilik dosyalarını okurken gördüm bu tutanağı…

Ölü Muayene ve Otopsi Tutanağı

Cesedin Harici Muayenesi.. Cesedin morg taşında olduğu anlaşıldı. Cesedin üzerinde küçük kareli gri renkli ceket, onun altında kahverengi deri yelek, onun altında lacivert kareli gömlek onun altında lacivert kazak, onun altında beyaz atlet olduğu alt tarafında açık mavi eşofman altı, onun üstünde siyah pantolon ve ayağında da gri çorabı olduğu görülüp..
Çok otopsi tutanağı okumadım belki, belki de hiç biri bu kadar ayrıntılı değil miydi bilmiyorum..hatırlayamıyorum.. Kendi kendime 3 yılda gördüğüm ağlayan annelere, kelepçeli ellere bakarken, bacağı kesilmiş bir gencin fotoğrafını gördüğümde artık üzülmediğimi, sadece boşluk gördüğümü söylesem de kalbim hala taş olmamış demek ki.. tutanağın ilerleyen kısımlarında başa boyuna ve vücudumuzun diğer bölümlerine ilişkin incelemeler de var ki bunlar beyin kanamasından ölen bir maktüle ilişkin olduğu için oldukça mide bulandırıcı ve üzücü.. ama ben nedense bu kısımlara değil de cesedin kıyafetlerini anlatan bölüme takılıp kalıyorum..gözlerim doluyor.. kaza 03/03/2007 de olmuş.. hava da soğukmuş belli ki diye geçiriyorum içimden.. çünkü ceketinin içine yelek, gömlek, kazak, pantolonunun içine de eşofmanını giymiş M.D… hava burada çok sıcak ama bende üşüyorum şimdi.. küçük kareli gri ceket gibi bir tamlamanın ne kadar acıklı olabildiğine şaşırıyorum sadece..

28 Gün.. Hormon Horoskopu



İş yerinde sürekli elimin altında olan bir kitap vardır… benim başucu kitabım 28 gün.. Yazarı Gabrielle Lichterman..Hormonlarınız için günlük horoskopJ kitaba göre her şey o günkü hormonlarımıza bağlı.. ve nasıl okumanız gerektiğini de çözerseniz baya keyifli ve yol gösterici …1. günden 28. güne kadar her günü ruh hali, zeka düşünce, hafıza, sözel yetenek, kontrol kimde?, ilişkiniz varsa, yalnızsanız, seks, para, kariyer, enerji, beslenme ve sağlık olmak üzere kategorilere ayırmışlar.. mesela benim bugün güvenim yerine geliyormuş.. aman ne güzel.. evet bu kitabı okumak gerçekten işe yarıyor bence.. deli gibi yemek yediğim bir günün ardından o gün yağ yakma potansiyelimin %30 daha fazla olduğunu ve karbonhidratlara saldırmamın gayet doğal olduğunu okuyunca kendimi çook iyi hissediyorum mesela.. yani birine onu camdan aşağı sallandıracak kadar sinirlendiğinizde sadece hormonlarınızın düşüşte olduğunu hatırlayıp derin bir nefes alarak sakinleşemezsiniz belki ama okurken çook eğleneceğiniz garanti.. Ayrıca hormonların adet gören kadınların yaşamlarını nasıl etkilediğini gösteren bir sürü araştırmayı baz alarak yazıldığı içinde baya bilimsel.. Freud gibi düşünürsek de biyolojimizi bilmek kaderimizi şekillendirmemize yardımcı olabilirmiş, e oldu olacak belki dünyayı ele geçiriveririz… erkekler de bu kitabı almalı bence, en azından bize bakıp “ben ne yaptım da şimdi bu kadar sinirlendi” diye düşünmekten kurtuluverirler belkİJ

Özge Piknik

Ara sıra öğle tatillerinde yemek yediğimiz bir yer.. “Özge Piknik” Kömür ateşinde pişen döneri gerçekten de lezzetlidir.. Burada yemek yerken tanıdık tanımadık herkes yan yana oturur.. çünkü gelenler genelde tekdir..en fazla iki kişi.. Bu seferde benim yanımda yaşlıca bir amca oturuyordu.. diğer yanımda da iş arkadaşım demet.. biz kendi aramızda konuşup durduk bütün yemek boyunca ne yapsak ne etsek diye.. gelecek planlarından bahsettik. yemeğin sonunda amca bana birden sen kısa yoldan zengin olmak istiyorsun, aklın falan yurtdışında.. ama boş ver bunları küçük bir yere git orda yap işini demesin mi.. sürekli gök yüzüne bakıp işaret beklediğim bu günlerde falcı kılıklı bu amcayı dikkate almalı mıyım acaba?:))

3 Eylül 2008 Çarşamba

Schindler's List

Schindler's List Main theme çalıo şu an pc de..
benim aklımdan geçen yaza dair bir sürü acıklı sahne geçiyor.. 2. Dünya Savaşı Nazi Almanyasını anlatan bu filmin müziği kadar acıklı değildir tabiki yaşadıklarım.. ama bugün bi yerde okuduğum gibi " büyük acı, küçük acı yoktur, acı acıdır". seni çok özledim dede..