30 Eylül 2010 Perşembe

Cadı

Sevgili Günlük,

Çok sinirliyim.
Sabah yağmur yağdığından olabilir. Belki de yağmurun bu sabah sokağa çıktığım 3 anı da yakalamasından ve ben artık hiç dışarı çıkmamak üzere masama yerleştiğimde güneşin çıkmasından da olabilir.
Islandığımdan da olabilir. Babetlerim ıslandığımda daha da bir garip koktuğundan da olabilir.
Ama çok sinirliyim.

Bu havalarda ne giyilir sevgili günlük?
Babet giyilmeyeceğini yıllardır olduğu gibi bugün de tecrübe ettim. Ama topuklularımla yağmurda hep daha zor yürüdüm ki onlar da babetlerimden kapalı değillerdi. Kapalı ayakkabılarımın ise bir kısmı delikliydi. Bu durumda benim çizme mi giymem gerekliydi. Pantolon da sevmiyorum dersem bu liste uzar gider. Huysuzum be günlük.

Peki bu birilerinin bana durmadan kendi halimde takılırken ve sadece yorgunken, huysuzsun, uyuz musun demesinden olabilir mi ? Kesin öyle olabilir.

Şu an sadece bir yerde oturmak, ayaklarımı karnıma çekmek, herhangi bir şey içmek ve kitabımı okumak istiyorum.

Hoşça kal.

26 Eylül 2010 Pazar

Baharı Bekleyen Kumrular Gibi..


Siz gitseniz de, bana küsseniz de, "artık oynamıyorum , hayır seninle alışverişe gelmek istemiyorum, yok ben orada yemem, rejimdeyim, bugün olmaz yarın" deseniz de o var. O hep var. 4 yaşımdan beri beni hiç bırakmamış bir arkadaşım var.Korktuğumda, üzgün olduğumda yanında uyumama mırın kırın etse de, hatta kimi zaman yer yatağında bile uyusam, benden 4 yaş küçük de olsa, öyle anlarda, onunla aynı çatı altında olmanın verdiği tarif edilemez bir huzur var.

Hiç biriniz bana izlemediğim bir filmi anlattığınızda beni ağlatamazsınız, ya da hiç görmediğim bir kıyafetten bahsettiğinizde "bunu kesin almam" gerek demem, onun gibi tarif edemezsiniz çünkü. Hiç biriniz o kadar güzel fotoğrafımı çekemezsiniz, biliyorum.

İstanbul'u bile onunla daha çok seviyorum, o çok seviyor diye seviyorum.

Biliyorum ki siz dokunduğunuz hiç bir şeyi onun kadar güzelleştiremezsiniz.

O; akşam, işteyken, çıkış saati geçtiğinde, ofistekiler bana "neden çıkmadın, kimi bekliyorsun dediğinde", "baharı bekleyen kumrular gibiyim" dedirten.

O bizim baharımız; limonata gibi, ne üşütür ne terletir, geçtiği her yere kendinden bir parça bırakır, mis gibidir.

Sizin Baharınız var mı bilmiyorum, ama benim var. Olmasa eksik olacaktım, hep bekleyecektim ama neyi beklediğimi de bilemeyecektim. O iyi ki var iyi ki doğmuş.

17 Eylül 2010 Cuma

Amazondan Abim Gelmiş.



Amazon'dan Kürşad'la ortak olarak söylediğimiz kitaplarımız bugün gelmiş! Beklenenden tam da 10 gün önce!
Adres olarak Kürşad'ın işyeri verildiğinden, gelen kitaplarımızı görememem ve merak etmem neticesinde Ufku&Kürşad iş birliği ile yukarıda gördüğünüz çekim gerçekleştirilerek mailima yollandı. Bir nebze merakımı gideren bu fotoğraflar için Ufku&Kürşad'a teşekkürü bir borç biliriM:)

Bu Akşam!


16 Eylül 2010 Perşembe

kenci&cun

"Pastaneye bir aile girdi. Sanırım anneleri olacak otuz yaşlarında bir kadın ve herhalde ilk okul öğrencisi olacak iki çocuk. Neşeyle pastalarını seçiyorlardı. Çocuklar çok neşeliydi ve çok terbiyeli davranıyorlardı. Anneleri zarif bir elbise ve manto giymişti. Konuşma tarzı çok nazikti. Cun dönüp onlara baktığında çocukla göz göze geldi. Çocuk Cun’a gülümsedi. Çok yakın zamana kadar bu tür manzaralardan nefret ettiğim geldi aklıma. Bende kötü niyete karşı özel bir sezgi olduğunu ve bu sayede Frank’ın tehlike olduğu yargısına ulaştığımı sanıyorum. Kötü niyet ;yalnızlık, keder, kızgınlık gibi olumsuz duygulardan doğar. Değerli bir şey elinizden alındığında, sanki bir parçanız bıçakla kesilmiş gibi olur, oyuk kalır, işte oradan doğar kötü niyet. Ben Frank’ta bir tür gaddarlık, sadistik bir hastalık olduğunu hissediyor değilim. Frank’ta hissettiğim dipsiz bir oyuk. Her şeyin çıkıp gelebileceği bir oyuk. Herkesin bir ya da iki kez insan öldürme isteğine kapıldığı, kötü niyetle dolduğu olur. O insanın oyuğunda doğan kötü niyet, o insanın oyuğunun dibinde kalır, gün gelir unutulur; başka bir şeye, söz gelimi işe karşı duyulan coşku gibi şeylere dönüştüğü olur. Frank farklıydı Frank’ın katil olup olmadığını bilemiyorum. Ama onda kesinlikle dibi olmayan bir oyuk var. Frank’a yalan söyleten o oyuk işte. Frank’la karşılaştırıldığında belki hafif kalır ama benimde öyle bir dönemim olmuştu.” Sayfa 82-yok yere-ryu murakami.

Bu kitabı Haruki Murakami’nin bir kitabını ararken gördüm, kitabı bulamayınca buna bir kez de alıcı gözle baktım. Hafiliği ve Hakan Günday’ın yorumu da hoşuma gidince aldım. Tatilde okumak üzere çantama attım. Aileyle yapılan tatil sonrası arkadaş tatiline geçeceğimden bavulumu hafifletmek maksadıyla önce üç kalın kitabı bitirdim, Yok Yere’yi sona, Bodrum’a sakladım. Bodrumda sabah yatıp, sabah kalkıp şezlongda uyumanın neticesinde hiç kitap okuyamadım. Tatil dönüşü depresyona girip neredeyse 1 ay boyunca okumadım. Ve dün 40 sayfasını okuduğum ama beni sarmamış bu kitaba yeniden başladım. Yukarıda yazdığım kısmı sevdim. Tavsiye etmek istedim. Ryu Haruki’nin akrabası mı bilmiyorum, googlelamadım. Bir zahmet siz söyleyin. Hoşçakalın.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Bağcıyı dövmeye geldim.

Başım dönüyor. Sabahtan beri. Küçükken ne çok dönerdi. O zamanlar hasta mıydım acaba? Midem de bulandı. Ne zor geldim ben bugün işe biliyor musun? İyi ki duruşmam yok. Sesler. Bazı sesler ne çok büyüyor kafada, sana da oluyor mu? İyi ki kulaklıklar var.
Radio virgin fena çalmıyor bu sabah. İstersen sen de aç dinle. Garip garip rüyalar gördüm. Allah hayırlara getirsin. Recoyu gördüm, polis kıyafetleri için de, sonra rüya içinde bir rüya görüp, üniforma giymek iyidir diye, rüyamda rüya yorumladım. Bir şeyler oldu, beni çok korkutan. Çok gerçekçi şeyler de gördüm şimdi uçup gitmişler. Küçücük bir tvyi sımsıkı sarmalamış bir adam rüyamda beni çok korkuttu mesela. Ve biraz da ülke meselelerine dair şeyler oldu. Dün dünyayı kurtarmaya çalışmış olmamızdan kaynaklanıyordur mutlaka. Bugün bitsin, yarın bitsin, öbür gün bitsin.Bitsin. Bir şarkı tuttum. Şimdi çalan bana olsun dedim.Reamonn-tonight çıktı."she never took the train alone, she hated being on her own.." Bu şarkının çaldığı bir an geldi aklıma. Güldürdü beni. Bazen film kareleri gibi her şey, ama o filmlere oturamıyoruz role giremiyoruz gibi geldi. Ancak filmlerde olur dediğimiz şeyler olunca da yok ben almayayım bu rolü deyişlerimiz geldi. Aslında bugün oldukça neşeliyim ama bir de bedenen öyle olsam.Hoşçakalın.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Islak Peçete.


Bayram bitti. İşe yarar ne yaptın diye sorarsanız, “bir sinir anında dolabımı temizledim” derim.
Tam üç torba giymediğim ancak giyilebilir kıyafet, iki torba takmadığım ve takılabilir çanta ve 3 çift hiç giyemediğim ayakkabı tespit ettim.

Benim ayak numaramdan yarım numara küçük birine denk gelir mi o ayakkabılar çok ümitli değilim ama diğerlerinin işe yaramsını temenni ediyorum. Aranızda 35 numara giyen varsa iki babet hediye edebilirim.

2 torba da “ne takılır ne giyilir” diye tabir edebileceğimiz çöpü maalesef doğamıza kazandırdım.

Netice de hayatınızdan bir şeyleri çıkaramadığınız bir dönemde (buna en çok da kendiniz, değiştiremediğiniz tuhaf huylarınız ve tembellikleriniz dahildir.) dolap temizleme ve çöp atma işleminin rahatlatıcı bir eylem olduğunu söyleyebilirim.

Tabii o anki ruh haliyle gaza gelmenin ardından “ aa önü açık beyaz ayakkabılarımı da attım, halbuki o yırtılan yeri tamir edilir miydi, Ankara’da da artık River İsland yok ki” gibi buhranlara kapılıp, “çöpü mü karıştırsam” raddesine geldiğimi, verilecekler içine yerleştirdiğim bir adet enteresan elbiseyi ise, “yarın öbür gün çocuğum giyer , hani belki en azından bir kostüm partisine giyer” diyerek sabah yataktan fırlayarak dolabımın ücra bir köşesine sakladığımı da belirtmek isterim.

Bir de o sakladığım her şey, kız çocuğum olursa işe yarar o da ayrı konu.
Ama ben bunları saklayarak, Annemin, Teyzemin, Halalarımın türlü fotoğraflarından görüp, “aaaaa bunlar şimdi nerdeeeee? neee atınız mııı” sorunsallarını yaşamayacak mutlu çocuklara sahip olacağım diye diye kendimi de avuttum. Yani en azından gelecek nesillere giyip çıkarıp eğlenecekleri bir şeyler bırakmak gerek değil mi?

Peki sonuçta ne oldu, “ay acaba onu bir daha giyer miydim” diye ara ara aklıma gelenleri bir kenara bırakırsak, bu yaz hiç giymediğim ve uzun süredir dolabımda bekleyen her şeyi vererek doğru bir adım attığımı umut ediyorum. Ayrıca bu dolap temizleme eylemi neticesinde, gerçekten bir süre hiç alıveriş yapmadan da yaşayabileceğime kendimi ikna etmiş bulunuyorum. Diğer taraftan dolapta, üzerinde etiketi olup, giyilmemiş şeylerin Bahar Hanım’a ait olduğunu göz önünde bulundurarak, alışverişe harcadığım paranın, çatır çatır giydiğim kıyafetlere verildiğini görerek mutlu da oldum. Tabii bu bir yerde paranın boşa gittiği gerçeğini de değiştirmiyor. Biliyorum.

Unutmadan eklemek isterim ki, katıldığım düğünlerden arta kalan 10 üzerindeki gece kıyafetimi de bir daha giyebileceğimi düşünmüyorum. Çoğunu da birden fazla giymiş, suyunu çıkartmışım. Yine de 36 bedenlerin gece kıyafeti almadan önce tarafıma müracaat etmelerini önemle duyururum.

Ve bu bayram bitişiyle içime giren okul açılıyor ama okuldan nefret ediyorum diye çığlıklar atan o çocuğu sevmiyorum.

Bunun üzerine belki uzun bir yazı yazardım ama aklıma gelmişken söylemek isterim, ben ıslak mendil, ıslak kağıt havlu, ıslak tuvalet kağıdı ve türevlerini görmeye dayanamıyorum. Görünce kaçıyorum. Bir lavabonun içine düşmüş bir peçete gördüm mü, ıslanacak diye arkama bakmadan koşuyorum.

Hoşçakalın.

6 Eylül 2010 Pazartesi

good time for a change.


500 days of summer henüz bitmişti, kulağımda son ses she's got you high çalıyordu, yanımda 500 yıllık arkadaşım Pınar, otobüs yolculuklarında çok sevdiği üzere, gerçekten hakkını vererek uyuyordu, İstanbul'a gidiyorduk ve ben içinden Summer'ın kocasının onu aldatmasını temenni ederken, güneş batıyordu.


istanbul'a gittik geldik, iyiydi hoştu.

peki 500 days of summer modu diye bir şey olabilir mi?

dönüşte de izlediğimden mi?