27 Kasım 2009 Cuma

yudum

12 -13 yıl önce, liseye başladığımızda tanıştık, belki biraz kapıştık, resimler yaptk birlikte, seramikten vazolara şekil verdik, fizikten, biyolojiden anlamadık, edebiyatı, tarihi sevdik, Candan’la kaşlarına taktıkları tokalarla korkuttular beni, bir de hiç kimseden duymadığım o korku hikayeleriyle gece kabuslar görmeme o sebep oldu hep..

Derken bir yaz sabahı altın kızlar serisinin her bir üyesi heyecan içinde hangi üniversiteyi kazandığını haber verirken birbirine, biz aynı bölümü kazandığımızı öğrendik. O gün belki de biz bir yolculuğa çıktık, 2 kişi kaldık.

Üniversitenin ilk senesi depresyona girdik, okula hiç uğramadık, “bu okul bitmez” dedik. Sadece Ahmet Mumcu’lu anayasalarda ve Turgut Akıntürk’lü medeni derslerinde buluştuk anfilerde. Hayatı kendimizce hep hafife aldık, üzerinde durmadık, güldük geçtik ama aslında belkide en çok biz ciddiye aldık, çok da üzüldük kendimizce.

Uzun servis yolculuklarında, otobüsün önünde oturduğumuzda otobüsün daha hızlı, en arkada oturduğumuzdaysa daha yavaş gittiğine kanaat getirdik. Biz genelde hep yavaşlattık hayatı, zamanın sakince akmasını seçtik. O uzun yolculuklarda, okulun çimlerinde, kantinde nerede olursak olalım,hep sorguladık, derin muhabetlere girip, çıkamadık. Kitaplar okuduk, heyecanla analttık birbirimize, filmlerde kendimizi bulduk, bazen de şarkıların sözlerinde. Hep heyecanla paylaştık beğendiklerimizi, sevdiklerimizi...

Derken bitmez dediğimiz o okulu, hem de 4 sene de, kimsenin bizden beklemediği bir şekilde bitirdik. Üzerimizden bir yük kalktı sandık. Staja başladık yine birlikte, aynı gün. Aynı sınıfa düştük staj eğitiminde, “kimler avukat olacak” dedi danışmanımız, sınıfta ikimizinki dışında bütün eller havaya kalktı. Ama biz hakim de olmayacaktık ki. Derken avukat da olduk.Adliye koridorlarında devam ettik kaynatmaya, iş çıkışı starbuckslarda felsefe sohbetleri yaptık.”Dost kitap evinde kilitli kalsak da bir süre, bütün kitapları okusak” dedik.Ewn çok seyahat rehberlerinee baktık. Hep hayal kurduk. Bir gün kalktık birlikte Barcelona’ya bile gittik.

İstanbulu ikimizde çok sevdik, denizi, bir de sezen ablamızın dediği gibi;oyuncak bebekleri sevmedik çok, evcilik oynamayı, bıçak sırtlarında dolaşmayı sevdik, tehlikeli sularda seyredip pupa yelken, geçici emniyetlere ulaşmayı, kadınları, erkekleri, romanları, hele başkaldıranları...

İyi doğdun Yudum’um, iyi ki o güzel zevkinle, şen kahkahalarınla, hoş sohbetinle, mükemmel dostluğunla bizimlesin.

Çok seviyorum seni. Ne bu yazıyla ne de başka bir şekilde öyle kolayca anlatamam bunu.Nice yıllara.
live bey the sun, love by the moon...
foto:bahar'ın arşivinin nadide parçalarından biri-yudum'un doğumgününe uygun olan bir foto bahar tarafından seçilmiştir.

26 Kasım 2009 Perşembe

Please, pleasee..

Bir gün önce Düzce’de olmama rağmen, 6 saat yol gitmiş olsam da,yataktan kalkarken huysuzlanmadım bu sabah. Bolu dağlarının güzel renkleri içime işlemiştir belki…

Üç kere adliyeye gitsem de, toplamda 6 kere alt geçitten geçip, bir o kadar merdivene de kasvetli bir binada tırmansam da, onca suratsız insana gülümseyerek ricalarda bulunsam da, adliyedeki iş bırakma eylemlerine maruz kalsam da sinirlenmedim hiç.(azcık surat asmış olabilirim)

Bizim parkta her eylemde çalan “ölürüm türkiyem” şarkısı bile güldürdü bugün beni. Evet o meydanlarda bağıran çağıran herkes ölüyordu “Türkiyem” koşullarında dedim içimden. Acaba ne zaman ben de işi gücü bırakıp döküleceğim bu meydanlara? Oysa bir sendikam bile yoktu.Başka bir bahara kalmıştı eylem hayallerim.

Bankaya gidip, uzun uzun bekleyip 5 ‘e doğru işlerimi biterebilsem de çatmadım kimseye, kimseyle kavga etmedim bugün, rast gitmeyen işler için kimseyi suçlamadım…

Burger’ a gidip 6 menü sipariş ettim. 8.75 kampanyasından. Onları taşırken düşüreceğim diye korkmadım. Yerken suçluluk da duymadım. (Hepsini tek başıma yemedim tabiî ki)

Bazı günler içimize işleyen o huzur, yüzümüzdeki o şapşal gülümseme “süreklilik” kazansa, daha mı mutlu yoksa daha mı enayi olurduk acaba?

So please let me get what i want this time..

18 Kasım 2009 Çarşamba

Quequ'un M'a dit...

Anlar var hayatta.
Filmlerdeki gibi. Hani 500 days of summer’da esas oğlanın tüm sokakla selamlaşıp, şakalaştığı, çılgınlar gibi dans ettiği gibi.
Mutluluktan ayaklarınızın yerden kesildiği anlar.
Birinin bir anısını dinleyip, hayatınızın o andan sonra artık eskisi gibi olmayacağını hissettiğiniz anlar var.
Stajyerlerimiz var , ruhsat alan, mesleğe başlayan, konuşmasında bize teşekkür eden,ismimizi söyleyen, gözlerimizi dolduran.

Starbucksda bardaklar var üzeri penguenli ve kardanadamlı, şu an masamda durandan.
Beni deli gibi mutlu eden cinsinden.
Şu yılbaşı geliyor heyecanı var ya, 26 yaşındayım ama hala kalbimde.
Süs, püs, kurabiye..
Baharla hep çılgın bir parti verme hayalimiz var, hoş geldin yeni yıl diye, deli gibi pişirip kafayı yiyelim, herkesi besleyelim seve seve..
Ama yılbaşından önce..
Geceleri yemek kitapları okumak bana yaradı sanırım.
Daha mutlu uyuyorum.
Beyaz ağaç alıp, yeşilini, ağacını bir yılbaşı öncesi mahvettiğim noel anne Feroş’a hediye etmeyi planlıyorum.
Face’de cafe’s world diye bir oyun oynuyorum.
Şimdi anlıyorum şu çiftçi olma çılgınlığınızı. Kürşadı da garson tuttum. Çok mutluyum.
Bugün hepinizi seviyorum.

Başlık; Carla Bruni'nin bir şarkısı, ne demek bilmesemde..

17 Kasım 2009 Salı

Deap Fear.

Topuklulardan ayaklarım ağrıyor.
Uykum var.
Suratsızım.
Ajda Pekkan'ın yaratık olduğunu düşünsek de çoğumuz, ben de onun gibi olmak istiyorum.
Adliyeye gideceğim.
Ayrılık acısı çeken arkadaşlarım var.
Bir de yeni kararlar alanlar.
Yeni bir kitabım var.
Havam yok bugün.
Benden bile ağır bir çantam var.
Bir de yüzümde maske, suratsızlığımı kapamak için.
H1N1'den koruyan maskelerden değil ama.
Sizin görmediğiniz, sahte gülücükler atan cinsinden.

Başlık; favori şarkım.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Ece

Ajandalarım var benim. Mesleğe başladığımdan beri.(Duyanda 50 yıllık meslek hayatım var sanır ya neyse) Kullandığım model ece/muhtıraların 4D'si.Her yıl bir rengini özenle seçip, sonrasında da saklamaya devam ediyorum.Sadece siyah kalemle ve sadece duruşma günleri ile sevdiklerimin doğum günlerini not ettiğim defterlerim benim için gerçekten de çok kıymetli.2006 yılı itibariyle aldığım bütün ajandalarım da şu an çekmecemde.Girdiğim duruşmalar da işaretli, kazandığım davalarda. Yıl sonunda toplayıp, rakama vuruyorum onları, mutlu oluyorum.Zamanın geçmesini, ayları, yılları, rakamları neden bilmem ama çok seviyorum.

Bu senede gidip bir heves aldım ajandamı. Yeşil ve bordodan sonra bu seneki tercihim mavi. Derken heyecanla sıyırdım ambalajını, ama sayfalara dokunmamla bir hayal kırıklığı oldu. İncelmişti sanki sayfaları ve ben bir işgüzarlık edip mail attım ece'ye. Hayatım boyunca bilinçli bir tüketici olmamakla beraber(en fazla bozuk pandispanyayı giidp değiştirmişliğim vardır) nedense çok sahiplenmişim bu ajandaları. Mailimda da yukarıda anlattıklarımı anlattım. Ve hiç beklemediğim bir şekilde, sayfa inceltmeye gidişlerinin sebebinin kullanıcının çantasını hafifletmek olduğunu ve daha bir çok ayrıntıyı anlatan açıklayıcı ve sıcacık bir mail attılar bana.

Bir de adresimi isteyerek 100. yılları için özel olarak üretilmiş seyir defterlerinden göndermesinler mi? O seyir defterinin ithaf edildiği kişi de Evliya Çelebi olmasın mı? Bir düşünün ne kadar sevindiğimi:)

Evet bir yerlerde işini yapan, hem de iyi yapan insanlar var; ince, kibar ve çalışkan.
"Amaan delinin birinin mailina da cevap atmayalım" dememişler.
Eleştirimi ciddiye almışlar ve cevap vermişler.
Buradan teşekkürü bir borç bilirim. Saygılar, sevgiler..

13 Kasım 2009 Cuma

Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş...


Hikaye aynı; 1 kadın 1 erkek.. Yanlış zaman,yanlış mekan, yanlış insan… Sevmek, sever gibi yapmak, aldatmak ve aldanmak.Ayrıntıları boş verin gitsin. Ben sadece dün cezaevine gittiğimde aslında ne çok erkeğin bir kadın yüzünden “içeride” olabileceğini düşündüm.

Tüm “erkek egemen toplum” genellemeleri ve söylemlerinin aslında çok da gerçek olmadığına dair kafa yordum. Kadınlar erkekleri ne de güzel oynatıyorlar parmaklarında dedim bir an.

Sonra belki de “sevmek/sevdiğini, sevildiğini sanmak” mı insanlara her şeyi yaptırabilir dedim yine bir an.Ne çok insanın sırf bu yüzden “içeride” olabileceğini düşündüm yine.

Bu kadar mı sevgiye açız acaba diye sordum kendime. Azıcık ilgiye, bir güler yüze, iki tatlı söze bu kadar kapılmak, peşinden sürüklenmek niye? “Hiç mi sevmediler kimseyi küçükken de herkes ondan mı böyle oldu” dedim.

Dün orayı gördüğüm hiçbir yere benzetemedim. Orası öyle bir yerdi ki sanki herkes ya “içerideydi” ya da bir “içerideki yakını”. Orayı ne nezarethanelere benzettim, ne de Ulucanlara, Paşa kapısına…

Kapılardan geçip geçip, bir yerden bir yere neredeyse yürüyerek gitmene izin, imkan vermeyen bir mekanda,kapılar üzerine kapandıkça, gideceğin yere varmak için ilerledikçe insanın kendini gerçekten bir şeyin içinde hissedebileceğini anladım.Ürperdim.

En çok da farklı tipteki cezaevlerinin kapılarına takıldım. Üzerinde martılar, kuşlar, yunuslar, uçsuz bucaksız ormanlar, denizler resmedilmiş o duvarlara bakakaldım. Özgürlüğün resmedildiği duvarların, hürriyetin önündeki engel oluşunun ironisini gördüm.

Dönerken arabada “bir sevmek bin defa ölmek demekmiş” çalarken, biraz daha açtım sesini radyonun, bu güne ne çok uydu dedim…

10 Kasım 2009 Salı

Masal

“Hava artık ne kadar da erken kararıyor” diye düşündü camdan dışarı bakıp, masasını toplamaya başlamışken. Bir kalemle başının tepesinde tutturduğu saçlarını serbest bırakıp, montunu almak için yöneldiği dolabın yanında duran ayna da solgun yüzüyle göz göze geldi, ama bugün canı hiç makyaj yapmak istememişti. Çantasını alıp, işten çıktığında “onun” her zamanki gibi geç kalacağını bildiğinden acele etmeyen adımlarla buluşacakları yere, sinema salonuna doğru ilerlemeye başladı.

Oraya geldiğinde onun orada olmadığını görüp, önce filmin saatini kontrol etti. Sonra havaların soğumasıyla bahçede duran masaların da yerinde olmadığını fark edip, salonun içine geçti. Yukarı kata taşınmış bekleme alanına çıkıp, çantasından not defterini, rengarenk kalemlerini ve ajandasını çıkarıp notlar almaya başladı. Onu beklerken hep, ya “işte yapılacaklar” listesi yapar, ya bir şeyler okur ya da müzik dinlerdi. Çünkü onu hep çok beklerdi. Artık kendini nasıl oyalaması gerektiğini öğrenmişti.

Derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığı bir anda telefonu çaldı. Telefonun ucundaki ses aşağıda beklediğini söylüyordu. Kız merdivenlerden inerken saatine baktı, film başlayalı sadece 3 dakika olmuştu. Mavi gömleğinin üzerine giydiği gri kazağı, lacivert ceketi ve yeni alınmış kotuyla karşısında görünce “onu” “ne hoş olmuş” diye düşündü içinden, gülümseyerek yanına gitti. O anda arkalarında duran bistro üzerindeki pembe orkideler dikkatini çekti kızın. Bir yandan onunla konuşurken, gözlerini de çiçeklerden alamadı. Bu durumu “o” da fark etti. “Senin sevdiklerinden değil mi bunlar” dedi. Kız içini çekerken “ya evet” diyerek cevapladı onu.

O gülümsedi muzipçe. “Senin zaten onlar” dedi. Kız şaşırdı. Her zamanki gibi şaşırtmıştı, hep böyle yapar, en olmadık anlarda, mutlu ederdi kızı. “Film başlamış olsa da girelim dediler”. Perdeye iki kafa bir de orkidenin dalları yansıdı, yavaşça süzüldüler salona.O esnada arkalarında oturan yaşlı çiften erkek olanı ne hoşlar dedi, kadınsa gülümsedi. Çok sevdiler filmi, “Coco”ya bayıldılar.

Filmden çıkıp da eve vardığında, içeride kimse olmadığından anahtarla açtı kapıyı kız.Yeni pembe orkidesini, yapraklarını dökmüş olan beyazıyla tanıştırdı, onun yanına yerleştirdi.


Kendine bir tost hazırladı, tv ye bakındı boş boş. Tüm bunları yaparken, başka bir yerdeydi. Ne zaman onu içine alabilen bir filmden çıksa böyle olurdu. Başka bir boyutta. Bazen günler boyunca sürerdi bu hali. Dalgaların Prensi filminden sonra kendini Barbara zannetmiş, Yağmurdan Önce’den sonra Bosna ‘da yaşadığını sanmıştı. Böyle olurdu işte. O filmde bir karakter, filmin geçtiği ülkede yaşayan, filmdeki dili konuşan bir insan olurdu.

Filmler İngilizce olduğunda sıkıntı yoktu. Dilediği kadar İngilizce konuşur, ev ahalisinin başını şişirirdi. Ancak en sevdiği İspanyol ve Fransız filmlerinden çıktığında, ona şiir gibi gelen bu dillerde cümleler sarf etmesi mümkün olmazdı. O zamanda fadolar çalar,Pink Martini’nin Fransızca şarkılarını açar, ne dediğini bilmese de ezbere söyleyebildiği bu şarkılarla “şakıma” ihtiyacını giderirdi. Az biraz deliydi işte.Ama bu akşam mutluydu. Uzun süredir olduğundan farklı olarak, mutlu mesut daldı uykuya, güzel rüyalarla….
masalın kahramanı kürşada sevgilerle..

9 Kasım 2009 Pazartesi

Konya 1,2..

Hafta sonuna dair planım miskinlikti.Cuma akşamı sinemaya gitme planımız ise, sinemaya yetişemememiz neticesinde fiyaskoyla sonuçlandı. Teyzem , Bahar ve ben Akman’a gidip, oturduk ve hoş beş ettik. Paris’e gitme hayalleri kurduk.

Bu esnada birkaç hafta sonra asker olacak olan, ailemizin bir diğer ferdi Mehmet, “ iş gezisi sebebiyle Paris’ten gelen İran asıllı dostu Anoşe’yi (ismi tabiiki böyle yazılmıyordur)gezdirmekle meşgul olacağı hafta sonunun, cumartesi günkü ayağında Konya’da olacağını ve dilersek ona katılabileceğimizi” bildirdi.

Lakin Bahar ve ben gitmemekte, kararlıydık. İki hafta üst üste İstanbul ardından paralı gün yorgunluğu hala üzerimdeydi. Teyzemse her zamanki gibi kararsızdı. Büşra ise sürpriz bir şekilde çalışmıyordu ve gidecekti.

Derken sabah oldu. Mevlanayı ve mezarları Konya’da bulunan anneanne ve dedemizi ziyaret etme, ayrıca hep birlikte bir şeyler yapabilme fikirlerinin hoşluğu ağır bastı ve biz de Bahar’la, Büşra’yla, Teyzemiz Zehroş’la yola çıktık.

Konya’ya varıp, soluğu Mevlana’da aldık. Dua ettik. O esnada Paris’ten gelen misafirimizle de tanışıp, mezarlığa geçtik. Ancak biz rötarlı bir ekip olduğumuzdan mezarlığa girişimiz, havanın kararmasına kısa bir süre kala gerçekleşti. Mezarlığın kapısı ise zincirle bağlanmıştı ama 3 kişinin geçebileceği bir açıklık da vardı. “Oraya kadar gelip mezarlık ziyareti yapmadan olmaz”dedik ve zincir vurulu kapının geniş aralığından içeri süzülüverdik.

Artık karanlık iyiden iyiye çökerken, Bahar elimi sıkı sıkı tutarken ve bize eşlik eden Mehmet’in anneannesinin de önderliğinde mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, bu sefer çıkış kapısının da kilitli olduğunu ve diğer kapı gibi geçebileceğimiz bir genişliği olmadığını fark ettik. Koskoca mezarlığı, o karanlıkta, girdiğimiz kapıya ulaşabilmek için boydan boya geçme fikrini ise kimse dile bile getiremedi.Yapılacak tek şey vardı, mezarlığın duvarlarından ve üzerinde ki sivri uçlu demirlerinden atlamak. O esnada konuğumuz ve Mehmet zinciri açmak için bir demir parçası ararken, biz Süper Anneanneyi duvardan atlatarak zoru başardık. Derken Teyzem yapamam dese de onu da karşıya ulaştırdık. Ama kotu hafifçe yırtılan bir Merve dışında kimse yara almadı.

Elin adamı ise nedendir bilinmez, sanki bu kaçık ailenin bir ferdiymişcesine olanı biteni yadırgamadı,kah bizimle güldü, kah kederlendi:))

Akabinde Konya mutfağının nadide örneklerini bulabileceğimiz Konak lokantasına gidildi. demirhindi şerbetleri içildi, su börekleri, tiritler,sarmalar, et salmalar, gerçek yoğurtlar, höşmerimler, saç araları yendi.




Tüm bu esnada nankör ingilizce gelişti. Hele ki Mehmet'İn kendinden geçip, bize ingilizce komutlar yağdırdığı bir anda gülme krizine girişimiz vardı ki, görülmeye değerdi.

Konuğumuzun kolundan tuttuk, birde akraba ziyareti yaptık ki, kaşla göz arasında bir çiçek alıp, aramıza dönen misafirimiz mi bizi şok etti en çok, biz mi onu bilemedik.

Aslında o gece Konya’da kalıp sabah 8 ‘de yola çıkmayı planlayan konuğumuzun feleğini bu seferde onu gece yarısı Ankara’ya getirerek şaşırttık.

Ertesi sabah ise Koç müzesi’nin içinde herkese tavsiye edebileceğimiz bir brunch eşliğinde nispeten daha normal bir gün geçirdik:) Bu arada Koç müzesi içindeki minyatür odalar sergisini ise kesinlikle gidip görün!!!

Böylece bir hafta sonunun daha sonuna, pazartesinin de başına geldik.

(Ben bunları unutmayayım diye yazıyorum, ne kadar güldüğümüz aklımdan çıkmasın diye, lütfen bizden korkmayın. Sevgiyle kalın.)


6 Kasım 2009 Cuma

old habits die hard...

500 days of a summer a gitmek istiyordum ben:(
Ha bugün ha yarın derken kalkmasın mı gösterimden?
Kimseyi beklemeyin bir şey yapmak için, birşeyleri ertelemeyin, just a girl demişti dersiniz.
Üzülmeyin, gösterimden kalkan filmlerin alın korsanını evde izleyin, korsan almanızı haklı çıkarın böylece.Mısır da patlatın.
İlla sinemaya gideceğim, diyorsanız bu akşam;Coco'nun hayatını izleyin.
Boşverin.
Boşverin.
Uzun süredir yaptığınız gibi boşverin.
Ben hiç tek başıma sinemaya gitmedim yaa!

5 Kasım 2009 Perşembe

Önümüz Yaz Nasıl Olsa!

Olmuyor mu hiçbir şey?
Oluyor tabii.
Filmler izledim. Duruşmalara girdim. Okudum. Yazdım çokça. Grip olur gibi oldum, olmadım.Ev ahalisi hasta oldu.Ihlamurlar kaynadı,mısırlar patlatıldı.

Paralı gün yaptık,pişirdik, taşırdık, pandispanya yapmanın püf noktalarını öğrendik, bahriyle tartıştık.

Uyudum uzun uzun, garip garip rüyalar gördüm.

Üşüdüm, terledim, koşturdum, tembellik ettim.

Doldu bazen gözlerim, ağladım bile.
Kahkahalarla da güldüm bol bol.

Ama anlatmak istemiyorum işte.
Niye bilinmez.
Öperim gözlerinizden. Nasıl olsa buralardan mikrop falan geçmez.

Ben kış, soğuk diye söylendikçe babam böyle diyor işte"önümüz yaz nasıl olsa"