27 Kasım 2008 Perşembe

Beyaz Giyme Söz Olur

İklimlere göre giyinme problemim var.
Kuzey Avrupalı şaşkın kızlar gibiyim.
Perdeyi azcık aralıyorum yataktan kalkarken ve güneş varsa tepede asla kap kalın giyinemiyorum.
Nitekim bugün de ben evden çıkmadan pırıl pırıl olan hava, memur şehrimizde yaşayanların da an itibariyle gördüğü üzere gri, yağmurlu ve karanlık bir iklime büründü.
Ben de ayağımda babetlerim, bacağımda file çoraplarımla kalakaldım.

Hatta otobüste karşılaştığım ve şemsiyelerimizin aynı şeffaf şemsiye olması nedeniyle bana yakınlık gösteren ve çıtçıtını nasıl bağlayacağını öğrettiğim teyze de tatlı muhabbetimiz bitince “kızım, üşümüyor musun sen Allah aşkına” deyiverdi.
"Üşüyorum, teyzeciiim çok üşüyorum” demek istedim, üzülmesin yaşlı kadın diye demedim.

Evvel zaman içinde Ninewestten aldığım örgü ayakkabılarımı giydiğim her gün yağmur yağmasını bu ayakkabının uğursuzluğuna bağlamıştım ki, artık yağmurla karşılaşmayan tek bir terliğim, babetim, ya da beyaz spor ayakkabım kalmayınca gerçeği kabullendim. Tek problem iklimlere göre giyinmeyi bilmeyen bendim.

Aslında daha geçen gün bir dergiyi karıştırırken sayfalarda arz-ı endam eden Ece Sükan ablamız tarz olmanın yazın kışlık, kışın ise yazlık giymekten çekinmeme ile elde edilebilecek bir unvan olduğunu buyurmuşlardı.Belki de bu komik ve yağmurdan donan çaresiz halim çok tarz(!) ama ben bilemiyorum.

Yine de ben Kasım ayı sona erene kadar (zaten şunun şurasında 3 gün kaldı) palto çizme giymemeye, her türlü ince kıyafetimi değerlendirmeye çalışıyor, donsam da kış daha dolabıma gelmediğinden mevsimin hala son bahar olduğuna odaklanıyorum.

Ha bir de bahsetmeden edemeyeceğim diğer bir aksesuarım da yağmurluklarım. Onları da palto sanıyorum. Ama bir tanesi termal mont gibi. Hani sabahları onu giyip koşuya çıksam bir ayda 10 kilo verdirecek cinsinden. Benim diyen paltoyla yarışır yani. O yüzden en azından onu giydiğimde beni görenler donduğumu sansa da ben üşümüyorum.

Özetle bot, palto giymeyi sevmeyen, zaten minnacık cüsseme lahana havası katan onca kazağı reddeden ben, en kısa zamanda bu işe bir çözüm bulmalıyım.Ya da iklimlere göre giyinmeyi kursu diye bir şey olamaz mı? Özellikle İstanbul’da yaşayan en ufak yağmurda benim üstümde şort varken karşıma çizmeleri ile çıkan, mevsim geçişlerinde üstün başarılı hanımefendilerden birisi de hocamız olabilir. Neden olmasıN?

23 Kasım 2008 Pazar

can i repair myself?

Yorgunum..
İnsan bazı zamanlarda kırılıp dökülüyor.
Hem bedenen hem de ruhen.
Ve tamir etmek gerekiyor.
Ruhumu kısa bir yolculukla tamir etmeye çalışacağım.
Bedenimi de sedergine'le tamir etmeye çalışıyorum.
Sedergine annemin mucize ilacı.. Bizim evdeki adı "suda eriyen asprin"
Annem kolum kırılsa bile bana "suda eriyen asprin iç, geçer" diyebilir, şaşırmam.
Hafif boğazım ağrıyor gibi gibi...
Annemin demesine gerek bırakmadan atıyorum bir su bardağına, sedergini.
Odama vardığımda lambayı açmadan ilerliyorum yatağıma doğru.
Telefonumun ışığıyla buluyorum yönümü.
Gecenin sessizliğinde, tek ses,ilacın suyla teması sırasında çıkardığı ses.
Nedense bir anda bu sesi klasik müzik konseri öncesi orkestranın sahneye çıktığında, önce büyük bir gürültüyle kopan, sonrasında müziğin sesiyle yavaşlayan ve kesilen alkış sesine benzetiyorum.
Bardağımın içine tutuyorum telefonumun ışığını, hala erimemiş ilaç.
Ülkemin sularından başka sularda da geç erdiğini anımsayıp, gülüyorum.
Suyun çözünürlüğü hakkında konuşabilecek kadar kimya bilmediğim için bir zaman olduğu gibi şimdi de bu konuda yorum yapamıyorum. Susuyorum.
Tatlı uykular.

20 Kasım 2008 Perşembe

Yüksek Ökçeler

Farkında olmadan insanlara isim takıyorum ben.
Onlara taktığım isim de ispanyollar.
İkizler.
Birinin hatları daha keskin, gözleri belirgin.
Diğerinin ifadesi daha yumuşak.
Simsiyah saçlarını sımsıkı topuz yaparlar.
İncecik bedenleri her zaman incecik topukların üzerinde oradan oraya koşuştururlar.
Bir ayakkabı tutkunu olarak gördüğüm ama yürüyemem diye almakta tereddüt ettiğim tüm topukluları onların ayağında görüyorum.
Kendi koşturmacamın içinde ben de onlara neredeyse her gün ratlıyorum.
Birine biraz daha fazla.
Minyon görünümlerinin yaşlarını yansıtmadığı kızlar onlar.
Asansörde genç olmalarına takılan birine altı yıldır avukatlık yaptıklarını söylediklerinde iyice anladım ne kadar genç gösterdiklerini.
Ki gençler zaten.
***
Bu gün o kızlardan birisi artık yok.
Her gün gördüğümüz ama tanımadığımız bir insanın ölümü.
Kendimiz de dahil kimsenin ölmeyeceğine inandığımız bir hayat.
Bir yalan.
Ve bir de gerçek
Ölüm.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Miss Sunshine


Ne yazmamı isterdiniz?
Merak etmesin kimse, iç karartıcı olmayacağım bugün.
Çünkü güzel şeyler oldu.
Çok sevdiğim bir çifte ilişkin mutlu bir haber aldım mesela.
O kadar tatlı, o kadar ince bir sürprizle evlenme teklif etti ki Melih Candan’a bunu anlatıp da büyüsünü bozamam, kimselerin kıskanmasını ya da ilham almasını da istemem:) Sadece ne yaparım biliyor musunuz? Candan ve Melihe ömür boyu mutluluklar dilerim. Çok tatlı bir çift onlar. Allah nazardan saklasın. Amin:)

Sonra Yavuz Bahar’a İstanbul’dan portakallı kurabiyeler gönderdi. Evimizde bayram havası:)
Hiçbir yerde görmediğim envai çeşit kek ve kurabiye kalıbı da cabası. Bir de bunlar kelebekli kocaman bir kutunun içinden çıkmasınlar mı? Hem yedik hem de yanında yatıyoruz.

Sonraaa Babaannem bana siyah bir atkı örüyor. Ucunda ponponlar olacak. Daha güzel ne olabilir?

Ayrıca ben asansör kuyuları hakkında iki sayfadan çok yazı yazdım. Altına da imzamı attım.Öyle ki dilekçemin içinde malzeme akışından kaynaklanan sorunlar, şantaj montaj gibi kalıbımı aşar cümleler kurdum.Üzerimden bir yük kalktı.

Sonra felsefe yaptım.
Sonra dolabımın üst katında konuşlanmış kazaklarımı zıplaya zıplaya almaya çalışırken, başımdan aşağı defne yaprakları yağdı. Ama bu bir mutluluk yazısı diye aynı zamanda kafamdan aşağı naftalinler de yağdığını söylemezsem gerçeklikten uzaklaşmış olurdum.Bir de bir kalıp sabun düştü tepeden. Nasıl olduysa kafama denk gelmedi.

Bir de ıssız adama alternatif bir son yazdım. Çok güldük.

Bir de bir şarkı öğrendim. Çok komik. Ama ayıp olurmuş yazarsam Bahar öyle dedi.

Günün sorusu? Sizce sabah erkenden kalkıp güneşi selamlar mıyım?

Arkası yarın.

14 Kasım 2008 Cuma

Gülsen Hanım

Güzel ve gülümseyen yüzünü hatırlıyorum.
Sanki ona "Gülsen" demişler o da hep gülmüş gibi.
Her şeyi unuttuğu bir hastalığın pençesine takılmış olsa da, bizi unutmadığını,
Konuşmasa da dizlerine koyduğumda başımı, bana güzel güzel baktığını,
Dedemi ne çok sevdiğini, o eve geldiğinde koşarak kapıya gidişlerini,
Dedem, evlenmeden önce karşılaştıkları günleri anlattığında, her seferinde gülmekten nasıl katıldığını,
Mevlana böreğini, başörtüsünü, kokusunu, güllü altın küpelerini, sesini, ilk okul öğretmeniyle olan macerasını,bizi ne çok sevdiğini,
Çok iyi hatırlıyorum.

Bir de dokuz sene önce bugün gittiğini,onu son kez gördüğümde yüzündeki o huzurlu ifadeyi sonra onu orda bırakıyormuş gibi kendimi nasıl çaresiz hissettiğimi hatırlıyorum.

Dedemi orda karşıladığını ve keyfinizin yerinde olduğunu, her üzüntümüzde, başımız her sıkıştığında ve mutluğumuzda, sevincimizde ruhunuzun, dualarınızın bizimle olduğunu biliyorum. Özlüyorum.

13 Kasım 2008 Perşembe

Hatamla Sev Beni


Bu ara itinayla saçmalıyorum.
Bir tanesi meslek sırrı anlatamam.

Bir kaçı toplu taşıma araçlarında yaşadığım sıkıntılarla ilgili.

Misal; dün akşam otobüste en önde, şoförün sağındaki koltukta otururken "ışıklardan sağa" diyorum. Adam zaten sağdan gidecek. Aynadan bana "ne dedin" gibilerinden bir bakış atıyor.


Bu gün metrodan inince yanlış ring otobüsüne biniyorum.İniyorum. Yeşil ışıklı bir ağacı bizim evin yanındaki kreşin yeşil ışıklı ağacı sanıyorum. Hiç kaybolmam. Ama bilincimi kaybetmişim. Çünkü yağmur yağıyor. Ayağımda elmas taşlı ayakabbılarım. Islanacaklar da, onlara bir şey olacak diye korkuyorum. Tamam gerçek elmas olmayabilirler ama ayakkabı onlar. Derken evimin tersi istikametinde yürüdüğümü anlıyorum. Ama ayakkabılarıma bakmaktan önüme bakamıyorum ki.
Sonra mesela starbucks a gidiyorum. Bir türk kahvesi söylüyorum. Fiyatı 3 lira. 5 lira uzatıyorum. Derken kasanın yanında duran 2,75 liralık çikolatalı lokumlardan da alıyorum. Kasadaki kız bana "75 kuruşunuz var mı" diyor. Ben "yok" diyorum. Öyle duruyoruz bir 30 saniye kadar. Nese ki sonra "A ama bunu vermem gerekiyor" dimi gibi bişiler diyorum. (Ama bu hikayede kasadaki kız da sanırım biraz şaşkın.)
Arada siz de manasızca aptallaşmısınız?

*


Benim bir kardeşim var. Bahar. İstanbula gidip şarkıcı olacakmış. Yaz bunu dedi. Floradida'da kiler de duysun dedi. Peki dedim. Zaten hep İstanbula gideceğini söyler, bir de hep şarkıcı olacağını söyler. Şimdi tek fark ikisini birlikte söyledi.
*** ***
Masası bu kadar karışık bir insanın kafası nasıl karışık olmasın?

11 Kasım 2008 Salı

Issız Adamlar&Issız Adalar

Ben bu filmle ilgili birşeyler yazamam.
En azından şimdi yazamam.
Gidin ve izleyin.
Ben dağıldım.
Siz de dağılın.

Mesafe

Ortada bir sebep yok ama ölüyorsun mutsuzluktan, oluyor, olmuyor değil. Hani öyle bir mutsuzluk ki bu serdar ortaç “yüreğinden yaralı bizim hikayemiz” derken duygulanıyorsun, yolda seni görenler az önce terkedilmiş olabileceğini, ya da bir cenazeden döndüğünü sanıyorlar. “Neyin var” diyorlar. Zira makyaj da yapmadığından yüzün soluk, bakışların donuk. “Yorgunum, uykusuzum, hastayım” diyebilirsin ama “mutsuzum” diyemiyorsun.

Koca koca insanların suratının ortasına “mutsuzum işte ne var” diye bağıramazsın. Çocuklara da yapamazsın. Korkarlar. Hem kimse sebepsiz bir “mutsuzum” duymak istemez.Zira sebepsiz mutsuzluklara önem verilmez, saygı gösterilmez, onca derdi tasası olan insan vardır bu hayatta, şımarıklıktır seninki. Hem sonra kendi sebepsiz mutsuzlukları gelirse akıllarına naparsınız onca suratsız, koca dünyada?

Belki de bu yüzden “nasılsın”lara hep “iyiyim” deniyor. Kimseye “kendimi bir yere ait hissedemiyorum” denmiyor. Ama insan bazen kendini hiçbir yere ait hissetmiyor. Peki neden hep ait olmak istiyor, sahip olmak istiyor?

Televizyonu açıyorsun başbakan “zam haberlerini izlememe” önersinde bulunuyor buna bile gülemiyorsun. Kederden kedere savruluyorsun. Bir sebebin bile yok. En çok da ona üzülüyorsun.O kadar ki canın çikolata bile istemiyor, yine de giriyorsun bakkala, çikolataları seyrederken bozuk para arıyor, sonra aniden vazgeçip çıkıyorsun oradan. Kim bilir adam arkandan ne diyor.

Bu aralar bütün hareketlerin kısa, hiçbir şekilde devamlılığın yok, her adımın kararsız, süreklilik arz etmeyen fiiller arasında sıkışmışsın. Yazık sana.

Back to Black

Yeni bir dil öğrenmek istiyorum
Suluboya, yağlı boya, guaj resimler bir de ebru yapmak istiyorum.
Beni benden alacak bir film izlemek istiyorum.
Kalbimi yakacak bir şarkı dinlemek istiyorum.
Seramik yapmak, kil yoğurmak istiyorum.
Öyle bir kitap olsun ki okurken gözümden yaşlar aksın ya da birden kendi kendime kahkahalar atayım istiyorum.
Hiç yemediğim yemekler istiyorum, değişik mekanlar, bir konser..
Neşemi geri istiyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Paralı Gün

Yaptıklarımdan bir kaçı;







Panna Cotta yapıp yanında süs için kullanacaktım Pamuk Şekerleri. Sonra vazgeçtim ve Bahar'ın çay poşetleri projesi için starbuckslardan aşırmış olduğu tahta çubuklara sardığım mini pamuk şekerlerimi bardaklara doldurdum.

Tatlı misafirlerime ikram ettim.






Kısır bence bir paralı gün klasiği ayrıca benim hep kendi sevdiği yemekleri pişiren bencil bir ev sahibi olduğumu da düşünürseniz menüde olması kaçınılmaz bir seçenek.



Ne çok acı ne çok ekşi.














Kısır gibi bir klasik de poğaça. Tarifi Büyükada Yemek Tarifleri kitabından. Sonuç:Gayet başarılı.








Tavukları haşla, iceberg ve iki yemek kaşığı mayonezle karıştır. Rufflesları yemeden biraz önce koy ki, yumuşamasın, çıtır çıtırlıklarını korusunlar. Günün sonunda tabakta tek bir kırıntı kalmayışı, başarısının kanıtı:)








Paralı günümde, daha önce doppio cookie olarak blogumda tarifini verdiğim kurabiyelerimden yaptım. Bugün itibariyle büro arkadaşlarımında bayılarak yediği cookielerimin adının merve kurabiyesi olarak değiştirilmesine karar verdim:) Yapımı çok kolay ve benim favorim.






Profitrolü yaparken zorlanmadım dersem yalan
olur. "Şu hamuru" yaptığım esnada, kapıdan içeri
giren Bahar'ın "aa ben o tariften yapmam" demesiyle bir nebze olsa yıkıldım. Ama ilk tepsideki hamurların kabarmaması ve kremanın su gibi olup daha sonra koyulaştırılarak kendine getirilmesi dışında bir problemle karşılaşmadım.Tepehome altın varaklı kağıt tabaklardan tavsiye ederim. Keserken yırtılmadılar. Çok şıktılar. Sofrayı " Ah şu tabakları da atalım gitsin, zenginlik başka şey" diyerek toplamak çok keyifli oldu.


7 Kasım 2008 Cuma

My Little One Forever


My little one forever, sweet songs forever
will i sing with the guitar forever
at the window under the flowers
come out to hear e and let me see you

My beloved
i send the song of my heart
for you to remember me
to remember me forever

i will come one evening again in your dreams
to sing you lullabies with a purpose
Bir şarkı tuttum bu çıktı, tabi bunun ingilizce değil de ispanyolca olduğunu düşünün, bana serenat yapan o adamı düşünün, görür görmez benim evim dediğim o evin balkonunda beni düşünün, düşünün...Ben gitmek istiyorum, insanlar sokaklarda benim anlamadığım bir dili konuşsunlar, ben her gördüğüm yeni şeye gözlerime inanamayarak bakayım, farklı renklerde, seslerde kaybolayım. Ben yine yabancı olayım. En çok onu seviyorum ben. Otobüsün camından dışarı bakarken herşeyi ilk defa görmeyi seviyorum.Bir de kaybolmayı.

6 Kasım 2008 Perşembe

Fikir Uçuşması


Biraz sağlık

Nihayet eskisi gibi koşar adım yürümeye başladım. Hala canım biraz yanıyor ama ufak bir kazanın hayatımı daha fazla etkilemesine izin veremem doğrusu.Hele o beni tanıyan ama benimle selamlaşabilecek kadar samimi olmayan bir grup insanın acıyarak ve ne olduğunu anlamayarak bakan suratlarını görmek istemiyorum. Mesela ben yolda sakat birini gördüğümde, ya da çok tuhaf giyimli birini, ona da herhangi birini gördüğümde baktığım gibi bakmaya çalışırım. Yani ne gözünü dikmek gerekir senden farklı olana ne de ondan gözlerini kaçırmak. Ama belki de benim şu herkese baktığım gibi bakmaya çalışmam bile birilerini farklı gördüğümün kanıtıdır. İnsan olmak çok zor.

Biraz para

Cumartesi günü paralı günüm var. Ani bir kararla bu hafta sonu yapmaya karar verdim. Çünkü dokuz kız olarak toplandığımız bu gün de en az gelmeyen kişi sayısı bu cumartesiye denk geldi. Canım arkadaşım Candancım Antalya’da olduğundan bizlerle olamayacak. Özellikle erkek grubu bu paralı gün işiyle dalga geçse de biz gayet eğleniyoruz. Ayrıca ortaokulda olduğu gibi her okul çıkışı birinin evinde yemek yemediğimizden ya da eskisi gibi pijama sohbetleri yapamadığımızdan ayda bir kere doya doya görüşüp, en sevdiğimiz aktivite olan yemek yeme eylemini gerçekleştiriyoruz, mutluyuz. Adı üstünde Altın Kızlarız biz.

Biraz kızsal konular

Sanki biraz kilo mu aldım ne? Şu Nesfeat denen şey gerçektende bende işe yaramıştı sanki. Belki yeniden geri dönmeli.

Yüzme konusunda geçen haftalarda haftada 3 gün yüzme ütopyasını gerçekleştirmiş bulunmaktayım.Arkasının gelmesini temenni ederim.

Bir rüya

Üzerimde Betty Booplu pijamalarım bahçelide yürüyüş yapıyorum. 48. sokağın köşeden dönmek üzereyken arkamda beyaz, üzerine yeşil çizgili eşofmanı olan, sadece bacaklarını görebildiğim bir adamın beni takip ettiğini fark ediyorum. Çok korkuyorum. Çünkü sabahın çok erken bir saati. Derken sokakta, çok erken olmasına rağmen benden başka bir sürü insan olduğunu görüp rahatlıyorum. Ama adam hala peşimde ve ben ister istemez yine çok korkmaya başlıyorum. Adam bana git gide daha çok yaklaşıyor, pazar çantasıyla yavaş yavaş yürüyen bir teyzeyi görüyorum. Çaresizce ona bakıp sonra nefes nefese uyanıyorum. Bu aralar bu rüyayı tam 3 kere gördüm. İkinci ve üçüncü de “rüya bu diye” rüya içinde kendi kendimi teselli etmeye çalıştım ama gerçekten ayıramadım, yine korkarak uyandım. Allah hayırlara getirsin.

Bir Dilek

Havalar çok güzel. Kış gelmesin.Allahım lütfen gelmesin.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Akacak Kan Damarda Durmaz II



Uyandım sabah, ayağımı unutmuşum bir baktım üzerine basamıyorum. İşe nasıl gideceğim, seke seke mi gezeceğim diye hayıflanırken, giydim kotumu, ayağımda vanslar, bindim taksiye, zira yürümem pek zor. Mehmet’in yoğun tavsiyelerini dinleyerek tetanoz aşısı olmaya karar verdim. Eczaneden alayım dedim. Pahalı bir şey diye düşünüyordum ama sadece 6,70.-YTL imiş. Buz kalıpları arasında verdiler aşımı. Bozulmaması içinmiş. Organ nakline gider gibi gittim bizim sokaktaki polikliniğe.

Poliklinikte kimliğimi alıp kaydımı yaparlarken, tetanoz aşısı aldım diye pek bir üzüldüler. Onlarda varmış. Sonra hemşire doğum tarihimi sordu. 1983 dedim. Önce yazdı sonra bana bir daha baktı. “En son ne zaman tetanoz aşısı oldunuz” “Lise 1 de” dedim,”1998 yılında sanırım” Pek şaşırdı. O da herkes gibi beni 17-18 sanmış. Avukatım dediğimde açılan ağzını ve kocaman gözlerini ben giderken hala kapamamıştı. (Elbet bu genç gösterme işine sevineceğim yaşlarda gelecektir dedim içimden.) Aşıyı aldığıma o da çok üzüldü. “Gidip geri verin” bile dedi. Fiyatını söyleyince biraz rahatlar gibi oldu. Aslında ben de aşıyı kendi ellerimle alıp, son kullanma tarihine bakabildiğim için daha bir mutluydum. (Çünkü Mehmet beni bu konuda da defalarca uyardı.)Aşıyı yaparken canımı hiç acıtmadı. Buz kalıplarını eczaneye geri götürdüm.

Tetanoz aşısını olduğumuz zaman önemliymiş çünkü 1. aşının üzerinden 4 hafta, 2.den 6 ay ve 3 ile daha sonrakiler için 1 yıl geçmeden olmamak gerekiyormuş.Hemşire bana bir kart verdi, üzerinde tetanoz aşılarımı olduğum günleri yazdı, böylece başıma iğne olacak bir durum geldiğinde hatırlayıp söyleyebileceğim. Söyleyemezsem de siz söylersiniz artık:) Allah korusun ve Amin.

2 Kasım 2008 Pazar

Akacak Kan Damarda Durmaz

Biraz önce.Yataktan zıplıyorum. Normal bir insanım ben. Ama yattığım yataktan zıplayarak kalkıyorum. Çünkü yan odadaki Mügeyle Baharın yanına gideceğim. Ve bir anda büyük bir acıyla yatağa çakılıyorum. Ayağıma bir şey girdi ama ne? Canım çok acıyor. Çığlıklar atıyorum. Normalde zaten yaygaracıyım. Ama cidden canım çok acıyor. Sımsıkı tutuyorum tabanımı. Ne kesti diye yere bakıyorum. Yerde Beyaz Çantam. Kırmızı makyaj çantam. Birde Boş Niğde Gazozu şişesi. Allahım neye bastım ben? Makyaj çantamdan o minik makasın sivri ucu sinsice parlıyor. Battı diyorum. Avcumu bir açıyorum. Çok kan. Batmamış. Utanmasa ayağımın altından grip üstünden çıkarmış. Beyaz çantam, gri eşofmanım, mavi halım, her yer kan. Seke seke banyoya gidiyorum. Beyaz zemin kan. Çok kan. Yaygaracıyım ben söylemiştim. Ama canım çok acıyor. Hekim babamın önderliğinde intern Bahar ve Müge ile pansumanın tamamlanıyor. Annem kana bakamıyor. Sonra birden gayet sakin bir şekilde akacak kan damarda durmaz diyor.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Friday i m in love

Dün malumunuz mübarek cuma günü..
Metro altında camiye taşmış kalabalık, hocanın vaazını dinlemekte. (Bu arada Hocamız ekmeğin yıllık tüketimi konusunda öyle çarpıcı rakamlar veriyor ki, ziyan olan ekmek oranı konusunda bende şok oluyorum. )Yargıtay'a gideceğim. Hızlı adım ilerliyorum. Aman amcaların dikkatini çekmeyeyim, oradan bir an evvel gideyim diye telaşlıyım. Derken yerli Bridget Jones'unuz nerede göze çarpmak istemezse orada bakışları üzerine çektiğinden, metro içinde ne sergisi olduğunu anlayamadığı bir etkinliğe ait tabloları bir bir birrr deviriyor. Sayamadıysanız ben söyleyeyim toplam da 3 tablo yere seriliyor. Derken namaz nedeniyle ters çevrilmiş tabloları düz düz yerleştirip sonra ayy yanlış oldu telaşına kapılıyor bir dördüncüyü de deviriyor ve artık ne yapacağını bilemiyor. Sonrasında kıpkırmızı olduğunu hissettiğim yanaklarımdan fışkıran ateşe dayanamıyor, yürürken elbisemle dikkat çekmeyeyim derken, tablo macerasıyla tüm şimşekleri üzerime çekiyor ve oradan tabloları düzeltmeden kaçıyorum. Buradan sizlerin aracılığı ile ressamlardan özür diler, nacizane bir cuma vaazı da ben vermek isterim;Acele işe şeytan karışır.Birde İngilizlerin dediği gibi thank god its friday:)