31 Ocak 2010 Pazar

Selma'nın Nişanı.

Kaşlarımızı almadığımız günlerde suratımızın neye benzediğini bildiğimiz,şarkıda ki "hani bendim yedi renk" cümlesini benim "hani bendim yediren" olarak sandığım günlerden beri arkadaşız Selmayla.
Hayatımızda en değer verdiğimiz insanları kaybettiğimizde aynı acılarla gözlerimiz dolduğundan, ya da ben her sene onun öğretmenler gününü kutladığımdan, tunalıda kapı kapı gezerek birilerini aradığımızdan, birlikte hayatımızda olmuş olayların sırasını karıştıracak kadar çok zaman geçirdiğimizden, denize bakıp yanyana huzur bulduğumuzdan, boğulmak üzereyken birlikte kurtulduğumuzdan da değil başka sebeplerden bir aradayız bence, ki bunlar bile başlı başına önemli sebepler.


Ve Dün itibariyle Selmoş nişanlandı. Yanda gördükleriniz de onun için yapıldı.
Altuğ'yla çok mutlu olsunlar inşallah. Kocaman gözlerinin içinin hep güldüğü, kocaman kahkahalarıyla şenlenen uzuun bir ömürleri olsun birlikte.
çok seviyorum onu ben.

29 Ocak 2010 Cuma

Limonlu Çay.

Çok sık hastalanmam ben. Genelde mevsim geçişlerinde alerjilerimle boğuşurum. Ama bugünlerde biraz kırgınım, burnum tıkanık, boğazım ağrıyor. Böyle zamanlarda suda eriyen asprin ve limonlu çay bana en iyi gelenler. Limonlu çayın o keskin kokusu da fazlasıyla dedemli pazar günlerini hatırlatıyor. Çayı koyarken aklıma dedem geliyor, limonu sıkarken elleri, limon çekirdekleri çaya düşünce o gün, sonra gevrekler, pijamaları, ütü, müzik derken herşey birbiriyle garip bir çağrışım yapıyor. Sonu gelmiyor. Bir koku insanı nerelere götürüyor. Dedem her gün ama en çok cuma günleri aklıma düşüyor.

27 Ocak 2010 Çarşamba

aaaaaaaaa!

Ankara’da yaşayan herkesi “Ankara’ya kar yağdı” yaygarası yapmaya çağırıyorum.
O kadar abartalım kii Dubai’ye kar yağdı sansınlar.
Hatta işe mi geldik, geri dönelim falan.
Evlere kapanalım.
Uzun uzun evde yapılacaklar listesi yapalım.Erzak depolayalım. Alışveriş merkezleri 5’te kapansın.
Mesela Bahar Karum’a kadar çıkabilen belediye otobüsü ile ilgili kısa bir film çeksin .
Ağlayalım sürekli.
İstanbul’a nispet yapalım.

Reklam.

Diş rahatsızlığı nedeniyle başlanan bir kutu antibiotik bittikten sonra boğaz ağrısı başlaması:ENTERESAN.

Sabah işe doğru yürürken, buz tutmuş havuza konan kuşların, patinajı, kayması:KOMİK.

Annemin yaptığı, iş yerine götürmem için de bir kavanoza koyduğu ayva reçeli: LEZZETLİ.

Bu soğuk havalarda işe gelmek, adliyeye gitmek, donmak ve donmak:İŞKENCE.

Yetiştirmem gereken yazılar varken bunları yazmak:APTALLIK

Paha biçilemezle bitirecek bir şey bulamadım sanırım.

Dün itibariyle edindiğim accessorize tüylü kulaklıklar olabilir aslında!

26 Ocak 2010 Salı

Ezel ile Behlül.

Şu hayatta hayran olduğum iki ecnebi sanatçı varsa o ikisi de yan tarafta görmekte olduklarınızdır.
Birisi ally mc beal'la gönlüme taht kurmuştur, diğeri yağmurlu havalarda karşılaşma ihtimalini sevdiğimdir.
Ezel ile Behlül'ün aynı dizide oynamasıdır benim için ikisinin bir filmde oynaması.
Yüksek bir beklentim yoktu, belki de o yüzden oldukça eğlenceli geldi bana.
Tavsiye ederim. Gözlerinizden öperim.

İsyan.

Yazmak ne kadar zor bazen. Yazacak yüzlerce kelime olması kafanda ama parmaklarının ucuna gelmemesi inatla.. Bir yandan da parmaklarının işinle ilgisiz satırlar yazmaya hevesli olması nasıldır bilir misin sen?

Bilmezsin.

Yazmaktır benim işim peki bunu bilir misin?
Bazen hiç gelmeyecek bir kağıt parçasını bekleyerek, bazen de “ böyle bir durumda ne denir ki” diyerek yazmaya çalışmaktır.

Okuyarak, anlamayarak zaman zaman, sorarak yazmaktır. Kelimelerle oynamaktır.
Hiçbir kabulü tazammun etmemektir, usul ve yasaya aykırı demektir, itiraz etmektir.

Kelimelerim yorulur bazen, benimle koşmak istemezler. Sıkılırlar.
Saklanırlar, çıkmazlar.

Onları kovalamak, arayıp bulmak, neşelendirmektir benim işim.
Bilir misin?

25 Ocak 2010 Pazartesi

Sarı Ejder.


Didem'in gözlerini yaşartacak bir durum; tüm vıdı vıdılarıma, olumsuz yaklaşımıma rağmen yine bir türk filmiyle karşınızdayım. Ama işin içinde Uğur Yücel olunca bir durmak gerek. E kadronun geri kalanı da oldukça başarılı olunca bir cumartesi akşamı Yudum'un sözünün geçtiği sinema salonunda aldık soluğu.
Film bana biraz çekimleri itibariyle müptelası olduğum C.S.I Miami'yi bir de konusu biraz çağrışım yapmış olsa gerek pacino ve de niro'lu "righteuos kill"i hatırlattı sanki.(aslında konudan çok bunda Uğur Yücel'in koşar haliyle diğer yıldızlarınkini özdeşleştirmem de yatıyor olabilir)
Uğur Yücel'in ses tonu bile başkaydı, rol yapmak kelimesinin karşılığı o bence.
Nejat İşler'i zaten çok severim. Ona birşey demeyeyim. Objektif olmaz:))
Kenan İmirzalıoğlu'na gelince; o benim için deli yürekteki hali neyse oydu da sanki, kabadayı da başka biri olduğunu görünce etkilenmiştim baya ve bu filmde de yine içinden başka biri çıkmış, ona karşı önyargımda bitmiştir.(aman o da ne mutlu olur okuyunca:))
Ceyda D. ve Berrak T'yi soracak olursanız da;güzellik, oyunculuğun önüne geçen birşey mi bilmiyorum ama ikisine dair bir çift laf edeceksem eğer ilki bu olucak; gerçekten de çok güzeller.Utanma hastalığım tutuyor benim biri rol yapamayınca ama bence gayet başarılıydılar.
Filmin konusu gerçekten çarpıcıydı. Zaten heryerde yazıyor bir de ben anlatmayayım. Ama şu röportajı da okuyun bence.
Netice de az biraz sıkılsam da , "aa" deyip çok şaşırmasam da tavsiye edebilirim.Adli tıp dersindekilere çok benzeyen cesetler gerçekten inandırıcıydı, çekimler de ben bu işlerden pek anlamasam da bana göre başarılıydı. En azından Uğur Yücel daha çok film çeksin istiyorsanız bile bence gidin:)
Haftanız güzel geçsin.Öperim.

22 Ocak 2010 Cuma

Nereden, nereyee!



Hayatta hiçbir zaman hırslı bir tip olamadım. Bu iyi mi kötü mü bir türlü karar veremiyorum ama bir işi hakkıyla yapabilmek için de "hırs" gerekli biliyorum, dozunda;ne eksik ne fazla.

Kıskanmadım öyle hiçbirşeyi. "Bu kitabı ben yazmalıydım, daha iyi yazardım" diyemedim, kimsenin elbisesine, işine, arabasına bakıp iç geçirmedim. "Ah şu ses benim olmalıydı" da demedim.

Demedim ama; değişik bir pasta, görülmemiş bir kurabiyeye bakınca bunu ben yapmalıydım diyorum ben." Bunu nereden öğrenebilirim" diye soruyorum, off çekiyorum, "ben yapsaydım keşkee" diye söyleniyorum. O malzeme nerede satılır, kalıpları nereden bulurum diye araştırıyorum, durmadan kitapları karıştırıyorum.Yaşım 26 'yı geçiyor ve ben ne konuda hırslı olduğumu buldum da bir de para bulsam, imkan bulsam da sadece bu işi yapsam? Güzel olmaz mıydı yaa?
Fotolara gelincee:

Bir zamanlar burada da bahsettiğim oyunun halen müptelasıyım.Henüz listemin birincisi değilim ama istedimki siz de görün, siz de sevinin nerelerden nerelere geldiğimi anlayıp:) 2-3 ocakla ve tek garson Kürşad'la açtığım müessese ne aşamada gözlerinizle görün. Artık bünyesinde sayısız ocağı, hoş dekorasyonu ve cefakar garsonları bulunduran( şef Kürşad olmak üzere; Selma, Didem, Yudum, Candan ve Pınar) ve kalitesinden ödün vermeyen bir mekanız.

Bahar'ın da var bir cafesi. Seninki güzel benimki güzel diye didişip duruyoruz. Arada açıp babama da gösteriyoruz. "aa sen bahçeyi iyi düşünmüşsün" "aa senin de dekorasyon iyiymiş" diyor bir türlü "seninki daha güzel olmuş"diyemiyor babam.
İşte böylee.
Öperim sizi.

21 Ocak 2010 Perşembe

Nil Kıyısı.






Nil evlenmiş Nil'in kıyısında. Ne güzel ne de hoş olmuş.
Seviyorum ben onu, sanki arkadaşımmış gibi.
Mutluluklar diliyorum onlara.(ben dilemesem eksik kalırmış gibi)
Ne demişler?
Simple is the best.

Fotolar:Hürriyet.

Hüzünlenince ya da mutlu olunca içime kaçan İclal A.'dan inciler...


Bazen sadece kötüyü arıyor sanki gözlerimiz, sözcükler ağzımızdan sadece eleştirmek için çıkıyor. Sanki hata, yanlış kolluyoruz, fırsatını bulur bulmaz da fırlatıyoruz sözcüklere yüklediğimiz oklarımızı..
Hoşumuza gitmeyeni dile getirmekte zorlanmıyoruz da, beğenimizi, sevgimizi ifade edemiyoruz kelimelerle. Ya da aklımıza geliyor da birşeyler, erteliyoruz sanki.
Ama bunların tam tersi de oluyoruz bazen ve belki de hiç farkında olmadan karşımızdaki insanın gününü aydınlatıyoruz.
Çok güzel bir mesaj aldım bugün ben.Facebook sayesinde yıllar sonra karşılaştığım ilk okul arkadaşımdan, Beril'den.Mesajda neler söylediği bana kalsın.Ama bir teşekkür gitsin benden ona, içten cümlelerini benimle paylaştığı, beni çok mutlu ettiği için.
Ha bir de unutmadan; Beril, hoşgeldin:)

19 Ocak 2010 Salı

Tefo.






Ne Behlül, ne Ezel, ben Tevfik'i tek geçiyorum.
Ezel'deki favori karakterim olur kendisi.
Ah bir de şu diziyi düzenli seyretsem de anlayabilsem, ne neden oluyor.
Yazımıza burada son verirken, dizideki rolü itibariyle oldukça zeki, çevik ve çalışkan olan Tefoya saygılarımı sunuyorum.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Eskiden.

Eskiden müzik konusunda daha sıkı bir takipçiydim . Hatta mütevazi olmayayım, güzel bir arşivim vardır. Sadece sevdiklerimin peşine düşmem, farklı tarzları da kovalarım, pardon kovalardım. Artık neden bilinmez uzak kaldım, arabaya daha az biner, radyo daha az dinler oldum belki, belki de artık ders çalışmadığım için, gecenin sessizliğini de müzikle bölmeme gerek yok.Kim bilir.

Ama hep aynı şarkıları dinlemekten de feci halde sıkılıyorum.

Ayrıca tek bir sanatçının albümüne takılıp kalmayı da sevmiyorum(istisnalar hariç)

Ben karman, çormanlıktan hoşlanıyorum.(tabii misal beethoven dinlerken birden uffie çalacak kadar da değil.)


Netice de bu derdime artık soundtrackler merhem olmakta. Hem çeşitli, hem de yeni. Bazen de eskilerden bir sarkıyla canlanıyor anılar , falan filan.

Mesela ben an itibariyle;

Catpower-werewolf dinliyorum. (Bu şarkıyı ben söylemek isterdim.)(Broken Embraces)

Ruth Power- i dont know 'u da şiddetle öneriyorum.(soul kitchen)

Ya da sabahları hall&oates-you make my dreams'le keyiflenebilirsiniz.(500 days of summer)

Günün sorusu:

Akşam özene bezene hazırlanan, ütülenen, giyinip ,beğenilen o kıyafetleri sabah niye giymiyoruz?

Hoşçakalın.

Foto: Helvetia'nın anneminkinin aynısı olan pırasası. Nasıl canım çekti bir bilseniz.

17 Ocak 2010 Pazar

Kürşaad ayakkabılarıma baak:)

Bir süredir kredi kartım dünyanın karışık yerlerinden biri olan çekmecemin içinde saklı bir köşede. Tabii ki yerini biliyorum ama bir süre daha cüzdanımda durmaması benim için daha iyi.

Bu nedenle alışveriş merkezlerinde dolaşmak benim için tam bir işkence. Çünkü hiç bir şeye alıcı gözle bakmıyorum, bakamıyorum.

Fakat birlikte gezdiğim kişiler üzerinde nasıl bir his uyandırıyorusam artık; geçen hafta mesela ankamall de gezerken teyzem bana çok güzel bir hediye aldı.
Bugünse bu ayakkabıları çok beğendim. "Peşin parayla almayayım, yarın gelir alırım, kartımı sakladığım yerden çıkarıp" dedim ama babam aldı bana bu güzellikleri. Bir dee altları morrr:))) Yani en azından altı kırmızı bir louboutin alana kadar bana yeter. Ayrıca bahriciğim de tepe home da gezerken, masama çok hoş bir hediye aldı.
Bunlar da haftaya güzel bir başlangıç olsuN:)
Esen kalın.

16 Ocak 2010 Cumartesi

İçli Köfte*

Önceden de yazmıştım buraya,yine söylüyorum;Rahmi Koç Müzesi'ndeki "minyatür odalar sergisi"ni görmediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz.



Minyatür oda*;Wintergarden Tiyatrosu Kulisi (1940)”-Henry Kupjack.





Rahmi Koç Müzesi'nde brunchlar çok güzel. Sakin, gürültüsüz. Dayımın yüzüğü hepsinden güzel.


Safir taşlı yüzük*:Ulus İş Hanı D Blok Kütahya Çini ve El İşleri Mağazası
(Annem ve Teyzem'e selamımı söyleyin, yardımcı olurlar:))











Bahar evde yokken birşeyleri pişirmek ne kadar zorsa, fotoğrafını çekmek de bir o kadar güç.(ultra güzel makinenin de onun olduğu düşünülürse)

Fotoğraf konusunda gelişmeli, hazır evde hoca da çok.







Cupcakes*:Pınar'a yapıldı.Şuradan esinlenmiştim.Yaparım da demiştim:)









Herhangi bir şeyi havalandırmak için, kocaman çamaşırlığı ortaya çıkarmak yerine, tripoddan faydalanmak oldukça pratik oluyor. Tavsiye ederim.

Elbise*;Ankara'da kapanmasıyla bizi hüzünlere boğan Top Shop'tan. Zehra ve Bahar tarafından armağandır.











Başlık*; ben bir yemek olsaydım ne olurdum?.

14 Ocak 2010 Perşembe

Sleep.

Ocak baya hızlı başlamadı mı sizce?
Önce içimde büyük bir coşku varken, bu haftayla birlikte kendini dinlendirmeye/dinlemeye bıraktı bünyem.Kitaplar, filmler, notlar…

Ev hayatı. Bunda biraz geçen ay kendimi Noel Merve sanmamın da etkisi büyük. Ev de sosyalleşiyorum dolayısıyla.

Bir de uyuyorum. Haddinden fazla. Takriben 12 saat. Sonra aniden uyanıp 10 dakika içinde hazırlanıp çıkıyorum evden. Böyle uykularım bölünmeden, dertlenmeden kederlenmeden uyumayalı epey zaman olmuş.Sanırım Aralık ayı stresi sona erdiğinden olsa gerek.Yani tamamen “iş” kaynaklıymış uykusuzluklarım.

Bu arada sıfır makyaj dolaştığımı söylememe gerek var mı? Yine de beni tanıyan herkes, belki de çok makyaj yapmadığımdan tanımakta zorluk çekmese de , sadece ultra süslü olduğum bir gün beni gördüyseniz ve benimle çok zaman geçirenlerden değilseniz tanımamanız da ihtimal dahilinde.

Yüzümü dinlendiriyorum işte, var mı itirazı olan?
Saçlarım da dinleniyor bu arada, genel de doğal hali; kaptan mağara adamı versiyonu ile merhum cem karaca tarzı arasında gidip gelmekte. Yağmurlar neticesinde Tina Turner da olmuyorum değil. Ya da sadece öyle başımın tepesinde toplanmış bir halde. Sımsıkı. Ama bir balerin zarafeti taşımadığını da belirtmek gerek.

Şubata kadar uyuyabilirim belki.
Esen kalın:)

Barcelona’dayım rüyamda. “Sokakları nasıl unutmamışım” diyorum, seviniyorum. Yürüye yürüye Barcelona’dan Figueres’a geliyorum. Dali’nin evine. Bir sürü fotoğrafını görüyorum, genç , yaşlı. Uyanıyorum sonra.Güzel rüya.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Cem Yılmaz

İlk okuldayken en yakın arkadaşım Aslı’yla Bon Jovi, Guns’n Roses dinler, Axel Rose’un resimlerini keserdik dergilerden. Axel’ın donunun üzerine kareli gömlek bağlamış halini pek tarz bulur, Almanya’dan gelmiş mini guns’n roses kitabında, grup üyelerine dair yazan bilgileri ezberlemeye çalışırdık. Sanırım farklı olmaya çalışıyorduk (Aslında iyi müzikten de anlıyormuşuz.) Duvarlarımı Blue Jean’in verdiği afişler süslerdi. Hani Bon Jovi’nin altında bir pantolon ve üzerinde sadece bir yelekle, kolundaki dövmeleri sergilediği poster gibi.

Ortaokul zamanlarındaysa yeni favori ünlüm birden Cem Yılmaz oluverdi. Bizim altın kızlar Leonardo Di Caprio ‘ya aşk şiirleri yazıp, posterlerini birbirlerine hediye ederken, ya da okulun yakışıklılarına backstreet boys üyelerinin isimlerini verdikleri zamanlarda da durum değişmedi.

Takriben 13 yaşındaydım onu ilk kez gördüğümde. Yer Ulus. Sahne 100. Yıl sahnesi. O henüz o kadar ünlü değil, 23 yaşlarında, kel, simsiyah giyinmiş. Arka fonu pembe olan bir afişte üzerinde kot pantolonla poz vermiş. O afişte hala bende. Tüm gösterilerinin afişleri gibi.

Bütün röportajlarını okur, Ankara’daki bütün gösterilerine giderdim. Aynı şeyleri belki defalarca dinledim, ama her seferinde daha çok güldüm. İlk gösterileriyse başkaydı, çok daha komikti sanki.
Orta son’da Yiğit kaçırdığım bir röportajını ve fotoğraflarını bana getirdiğinde, Billur bir telefon firması için yaptığı jingleları kasete çektiğinde nasıl mutlu olmuştum anlatılmaz.
Hatta Lise 2’de Güven ve Pınarla gittiğimiz bir gösterisinde, Güven’in de verdiği gazla, gösteri sonunda sahneye çıkıp, izleyicilerin gözüne tuttuğu feneri almışlığım da var,Üniversite 2’de Emrecan’ın bulduğu torpilli biletlerle oldukça yakından izlemişliğim de.

Ama Üniversite bitmek üzereyken bir mucize oldu.Hukuktan arkadaşım Pınar gösteriye elinde en önden biletler olduğunu söyledi, o da yetmedi, sahne arkasına da geçebilirmişiz dedi. Beklenen gün geldi. Gösteriden önce kulise doğru ilerlerken kahkahaları çınlatıyordu koridoru.Ben heyecandan ölüyordum. Bizi görünce sanki kırk yıllık arkadaşıymışız gibi davrandı, bir dolu fotoğraf çekildik, sohbet ettik, "fenerini de almıştım sahneden" dediğimde baya gülmüştü hatta. Tam gitmeyen yakın “aa bir saniye içerde kitabım, kolyem de var” deyip, koşarak onları da getirmişti bize.Ben onu görünce hayal kırıklığı yaşarım sanmıştım ama gerçekten de tatlı bir adam çıkmıştı Cem Yılmaz.

“bu adamı yıllarca beğen sonra tanış nasıl bir adam olduğunu gör ve unut” gibi bir hedefim de yoktu ama geçen yıllarla kayboldu fanatikliğim. Her gösterisine gidemedim eskisi gibi ama her filmini mutlaka izledim sinemada. Her şey çok güzel olacak’tan sonra goralar, aroglar pek bana göre olmasa da saygım sevgim sonsuzdur kendisine. Yahşi Batı üzerine konuşurken aklıma geldi, bu da öyle bir yazı oldu işte; anılar şimdi gözümde canlandılar misali.Sonuca bağlayamıyorum bir türlü.

Feneri hala evde, (babam pilini değiştirdi,hayatım da çaldığım ilk şeydir, muhtemelen de son), afişleri , biletleri, kolyesi ve kitabı da bir kutunun içinde:)
Bir de Kürşad da Cem Yılmaz'ı çok sever!

12 Ocak 2010 Salı

Yerli Malı Yurdun Malı.

Hayır yalan söylemeyeceğim, önyargılıyım Türk filmlerine ben. Param boşa gitmiş gibi hissettiğim çok oldu, belki ondandır.


Ama izlemek istediğim iki film vardı, fragmanlarından çok etkilenmiştirm.


Birisi iki dil bir bavuldu. "İyi ki seyretmişim" dedim. Olaya başka açılardan baktım, keşke elimizden birşeyler gelse dedim. Filmdeki bütün çocukları toplayıp eve getirmek, bizde kalsınlar istedim. Zilkif kahramanım oldu.Film gerçek, filmdeki öğretmen Emre Aydın hala o köyde öğretmen, çocuklar gerçek. Oyunlar aynı; seksek ve istop, çocuklar aynı; komik, masum, ama hayatlar çok farklı ve bu çok acı bir gerçek.

İzleyin, hepinizin yüzüne çarpsın tokat gibi.

Güldüğünüz şeyin, ülkemizin acı gerçeği olduğunu görün siz de.






Diğer bir fragmanıyla beni kendine çeken film; Başka Dilde Aşk. Konusu çok çarpıcı. Saadet Hanım haddinden fazla bir duru güzelliğe sahip ama Mert Fırat var ya , filmden çıktığımda ben bu çocuğu nereden hatırlıyorum dediğim, "kapalı çarşı" dizisindekki çapkın çocuk olduğunu öğrendiğim,işte o Mert Fırat öyle bir rol yapıyor ki, yolda görsem elini öper, tebrik ederim. Hayran kaldım.












Bornova Bornovaya gelince, konusunu bilmiyordum.

Ece Temelkuran'ın kardeşi tarafından çekildiğini duymuştum. Altın portakalda en iyi film ödülünü Kosmos 'la paylaştığını ve Öner Erkan'ın da en iyi erkek oyuncu ödülünü aldığını duyduğumdan izlemek istiyordum.


Bir pazar akşamı izlemenizi önermesem de tavsiye edilir.


Ama bu filmden illa bir erkek oyuncuya ödül gidecekse bence o Kadir Çermik olmalıymış.


En iyi erkek oyuncu ödülü Öner Erkan'a verilerek, Mert Fırat'a haksızlık yapılmış , hani o daha yakışıklı diye de demiyorum. Bu da benden size bir yıl sonra yapılan altın portakal değerlendirmesi olsuN:)

11 Ocak 2010 Pazartesi

Bayim meşhur oldu.

Hemen tık tık.

Bayiiim gazeteye de çıktııııııııı.Ama ben demiştim ona.
Bugün çıkacaksın demiştim.Sokağın ortasında birbirine koşarak ortada buluşan iki tip mi gördünüz,krem çizmeleri ve kareli elbiseleriyle yolun ortasında durup gazete okuyan?
Siz kardeş misiniz mi dediniz?
Evet kardeşiz.
Evet o benim kardeşiM:)

Nice güzell haberlereeeeeeee, kurabiyelerin ünüü gazetelere taştı, daha ne olsuN:)

Candan Kalp Melih.

Altın kızlar serisinin son (aslında takvim itibariyle de ilk) doğum günüyle karşınızdayım.
Bir Candan doğdu bundan tam 27 yıl önce, güzel bir kış günü.
Adı gibi de Candandı.En sakin gibi durdu, en deli hep o oldu.
En kritik anlarda , en bomba lafları o etti.Kod adı i-poddu.
Bazen sessiz sessiz, gözleriyle çok şeyler anlattı, bazen de yine sessizce paylaştı derdini tasasını.Ama sevgisini hep yüksek sesle ifade etti, ince düşünülmüş hediyeleriyle, bizler için kurduğu müthiş sofralarıyla, sımsıkı sarılmasıyla…

Bir renk olsa Candan, lisedeyken saçının bir tutamını boyadığı renk olurdu; kırmızı.
Bir ağaç olsaydı, mis gibi kokan bir ıhlamur ağacı,
Bir şarkı olsaydı; kesinlikle Norah Jones’un söyledikleri gibi yumuşacık bir müzik olurdu.

Sonra yine bir kış günü, bizi Melihiyle tanıştırdı.
O da Candan gibi güldürdü bizi çokça, arada “tersimi görmediniz ama” diyerek korkuttu(!)
Melosuyla o kadar sevmişler ki birbirlerini, daha doğmadan, aynı gün dünyaya gelmişler..
İyi doğmuşlar, bizimleler.
Nice yıllara hep berabeeer:)

10 Ocak 2010 Pazar

Zehra.

Bugün doğum günüydü Zehroşumuzun. O nasıl anlatılabilir bilmiyorum. Teyzem desem anlamazsınız, anne yarısı desem çok klasik kaçar, arkadaşım desem yetersiz kalır. O kadar çok şey ki o sanırım hayatınızda öyle biri yoksa anlayamazsınız.
Küçücük bir çocukken ben, bütün festival filmlerini onun sayesinde izledim. Gerçekten de çok çok ufakken, minicikken, ilk opera maceramızda Mehmetle kıkır kıkır gülerken, Cem Yılmaz aramızda gezebilecek kadar meşhur değilken ve ilk gösterilerini yaparken de o vardı yanımızda.

Bizi kolumuzdan tutup götürdüğü bale gösterileri ve jazz konserleri bir yana, bahçelide hepimizin evi olan bir evde onun kitaplarıyla, onun müzikleriyle büyüdüm ben.Okumayı da onunla sevdim, dost kitap evini de.Onun İnce Memed'ini okudum yaz akşamları balkonda, onun baykuşluğu geceliğini giydim hep.

Makyaj yapmayı da ondan öğrendim ben, allık sürerken gülümsedim, kirpik kıvırcısından korkmadım onun sayesinde.Çünkü küçük merve onu izlerdi hep, süslenirken.

Parfümleri , kokuları onunla tanıdım, ben de onun gibi ne güzel kokuyorsun"u en çarpıcı iltifat saydım.

Alışveriş tutkumu da büyük ihtimalle ondan aldım, gezmekten hiç yorulmadım, giyip çıkarmaktan da.Seyahatlere gittim onunla, denizi seyrettim.

Şimdi düşününce anlıyorum, beni ben yapan bir dolu özelliğimi ondan aldım ben. Bahar gibi, Gülsima gibi, Mehmet gibi.
Sen olmasan eksik kalırdık biz, yarım gibi.
Neşenle, kahkahalarınla dolu bir yaş olsun, hep birlikte olsun.
Seni çok seviyorum.

8 Ocak 2010 Cuma

i want to go to İst@nbul.


sevdiğini özler gibi, özler mi insan bir şehri?

7 Ocak 2010 Perşembe

Sing Song Girl


Akşam oldu.
Pınar acıkmıştı, tabii Hande’de. Yudum arandı.
Okul zamanlarından kalma bir alışkanlığımız vardı.
O da ;sınav sonraları Beşevlerdeki Burger King’de tıka basa yemek, her şeyi yemek ve bu esnada da nefes almadan konuşmak.
Bu geleneğimize bir de tarafımdan bakılan tarot seansları eklendi okulun bitmesiyle.
Sırayla üçüne de fal baktım muhtelif zamanlarda, ama nedense bana gelecekten haber veren olmadı hiç.

Dün de gelenek bozulmadı. Geldik bir araya.
Yine bir burger ortamında, konuşa konuşa yedik içtik.
Daha sonra Pınar’ın doymadım nidalarının da etkisiyle mekan değiştirdik.Tatlı yemeye de gittik.
Ve ben etraftakilerin meraklı bakışlarına aldırmadan birer birer açmaya başladım kartlarımı.
Hande’nin geleceği oldukça parlaktı, bir yerden parayı, ya da aşkı bulmuştu da bizden saklıyordu sanki.
Pınar desen muamma, ne işler karıştırdığı her zaman olduğu gibi tam ortaya çıkmadı.
Yudum’un revolution’ı ise tam anlamıyla kartlara yansımıştı.
Bir de üstüne kahve falı bakıldı.
Tabii fal denebilirse, sadece iki kelime edebilecek gücüm kalmıştı.
Sanırım bununla yetinemeyen Pınar hanım ondan gözüme sokup durdu kahve tabağını , “ne görüyorsunnn bir şeyler daha söyleeeee” diye.

Sonra birden saatlere bakıldı, o saate nasıl gelindiğine şaşırıldı.
Tırsa tırsa kol kola arşınladık sokakları.

Bazı şeyler çok güzel işte.
Kaldığın yerden devam edebildiğin için.
Kahkahalarla gülüp, konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığın için.
Hayata, ilişkilere, insanlara, hayallere dair rahatça atıp tutabildiğin için,sorgulamadan dinleyebildiğin için.

Sizi seviyorum kızlar.

4 Ocak 2010 Pazartesi

hayat bildiği gibi gelsin.

Yeni yıla Efe ve Didem’in köyünde girdik. Bin bir çeşit yemekle, çılgın bir hediye çekilişiyle,kahkahalarla.
En güzel hediye bana çıktı. Hatta hediyeler demeliyim.
Ve sabah güneşin altında bahçede güzel bir kahvaltı yapıldı.
Yine binbir çeşit yemekle.
Bir ara Efe “Çerkez tavuğunun kalanı benim kimse yemesin” çıkışıyla canımı sıkmadı değil ama olsun.

Yeni yılda da ayrılamadık birbirimizden ve beni hüzünlendiren bir film bile izledik birlikte
Little Miss Sunshine,dedemi özletti bana, fazlasıyla.

Ertesi gün de güzel bir kahvaltıyla başladı gün,çılgın bir hava vardı dışarıda, içimde sonsuz bir huzur ama kesinlikle çılgın bir gün.

Günü yine güzel bir filmle neticelendirdik. İkimizin de izlemek istediği bir filme gittik.
Soul Kitchen’a.
Konusunu, oyuncularını bilmiyordum.
Başlarken, “bence tam sana göre bir film bu” dedi.
Gerçekten de öyleydi.
Neşeli, sade, yemeli ,içmeli ve müzikli.
im juli gibi.
Filmin ortalarında
“Kötü bir şeyler olacak gibi” dedim ben.
O “sonu iyi olacak ama merak etme” dedi.
Öyle de oldu.

Filmin akşamına teyzeme kavuşuldu.
Gülündü, gecenin bir yarısı tabiî ki Dawson’s creek seyredildi.
Fondü'de yasemin çayı ısıtıldı:)

Sabah oldu.
Hep birlikte kahvaltı edildi.
Mehmet bir ara sofrada asker günlerini hatırladı "orada böyle şeyler yok sofrada" dedi, duygulandı.
Şokkellayı değil de Lokellayı anlattı.
Sonra Zeynep ve Emir geldi.
Evcilik değil, cafecilik oynandı.
İşlerimiz çok iyiydi.

Akşam oldu canım sıkıldı.
Hem de çok sıkıldı.

Pazartesi oldu.