31 Ekim 2008 Cuma

Küçük Kız

“yüzünü dökme küçük kız
bırak üzülmeyi
yalnız sen misin bir düşün
unutan sevilmeyi”

her siyahın bir beyazı
gecelerin gündüzü de varmış”

O zamanlar bitmeyen gecelerin sonunda gündüz olduğuna da sevinemiyorduk sanki.
O zamanlar bu şarkıyı mı dinlerdim ben?
Bir kelime vardı, birisi gelip söylemiş sonra gitmişti.
Söylenen, onca bilinmeyen kelimenin, cümlenin arasında sanki o daha bir önemliydi.

“Amputasyon”
Öyle dediler demiştim anlatırken, acaba ne demek?
Anlamını bilmediğim bu kelimeden korkmuş muydum o zaman?, yoksa iyi bir şey sanıp, ümitle ona sarılıp, hemen manasını mı öğrenmek istemiştim?

O zamanlar bu şarkıyı mı dinlerdim ben? Şimdi niye hüzünlendim?

Bilemedim.

30 Ekim 2008 Perşembe

Bir fincan kahve olsam

Yanlış mı anlıyorum?

Bana mı öyle geliyor?

İnsan bazen sıkılıyor. Ama ben artık sıkılmaktan sıkıldığımdan olsa gerek, canımı sıkanlardan daha bir uzak durur oldum.

Umursamam gerektikçe umursamaz oldum..

Yorgun hissediyorum şu an..

Yudumla bir yudum kahvenin kırk yıl hatırı vardır, iyi gelir.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Ben sana küsüm aslında haberin yok.

İnsan kendi bloguna küser mi?
Şu kapatma olayı beni gerdi.
Ben avukatım dedim, kalktım Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi kararına itiraz ettim.
Tamam, tamam teşekkür etmeyin:P
Bu dilekçeyi Ankaradan gönderirken havalesini yapan hakim, ölen kızının blogundan bahsetti bana. Hüzünlendim:(
Sonra baro seçimleri oldu.
KazandıK:)
Nedense anlatmak istemiyorum.
Burnum tıkanık, nefes almakta zorlanıyorum.
Çok sinirli olduğum zamanlar güzel yüzüyorum; hızlı, hırslı..

23 Ekim 2008 Perşembe

Neler Oluyor Hayatta?


Hafta sonu

Pınikomun nişanında çok çook eğlendik. Taylancım çok yakışıklı, Pınarım da pembe elbisesiyle çok güzeldi. Adeta bir Pamuk Prenses:) Kız tarafı olmamıza rağmen (hani daha ağırbaşlı, kızı verdik diye üzgün olmak gerekir miydi?) dur durak bilmedik deliler gibi dans ettik, çok da eğlendik. Tepsi tutma işlemini de başarıyla gerçekleştirdim. Baya bir heyecanlandım, hatta yüzükleri takan Hakkı Enişte’ye de birileri hatırlatmasaydı, ben tepsideki makasla oradan uzaklaşıp, Pınar ve Taylan’ı yüzükleriyle sonsuza kadar bağlı olarak bırakabilirdim.

Nişandan sonra W’ya gidildi. Eve gidip üzerimi değiştirme şansım olmadığı için mekana girerken kendi kendime “biz nişandaaan geliyoruz” nidalarıyla ilerlesem de, kendimi çok süslü zannetmemin ve bu halimden çekinmenin bir alemi yoktu, herkes bir nişan ekibini dahi sönük bırakacak kokoşluktaydı. Değişik bir mekan. Bir saatten sonra sanki radyodan yayın yapıyorlar izlenimine kapılabilirsiniz. Dansçılar bir nebze de olsa hareket katmış denebilir. Ama beni benden alan şarkılar çalmadı maalesef. Ki artık yeni açılmış mekanları daha çabuk tüketiyorum veya bu tarz eğlenceler için yaşlandım. Sevmiyorum. Biz gayet kendi halimizde eğlenirken, dans etmeyen erkeklere, belli bir surat ifadesinde takılmış, ölü balık gibi bakan kokojetlere, arka arkaya açılan şişelere baktıkça bu sefer gülesim de gelmedi, üzüldüm.Gece gece yemek yemek en sevdiğim şey olduğu için aspavanın tadını çıkardım.

Ertesi gün de Neyroşumda uyandık. İstanbul’dan gelen misafirimiz Cihan’ı kahvaltıya götürecektik ki, saatin artık bir öğle yemeğine daha uygun olacağına karar vererek yola koyulduk. Rotamızı değiştirmedik ve kahvaltı mekanı olarak seçtiğimiz Big Chefs’de yemek yemek istedik lakin orası 2:00 deki brunch bitene kadar size herhangi bir başka yemek, içecek veremeyen bir mekanmış. Çok sevdiğim bir yer olmasına rağmen bu uygulamasından pek hoşlanmadım, eksiler haneme yazdım.Benim mekanımda olmayacak böyle hatalar:) E bizde moralimizi bozmadık, aldık Cihan’ı Pepper Mill’e götürdük. Ardından da keyifli bir kahve içtik. Günün sonunda, “bu gelişim de Ankara’yı gerçekten sevdim” diyen İstanbbullu Cihan’ın iltifatıyla mutlu olduk.

Bugünlerde

Çok yiyorum. Tatlı yer yemez tuzluya saldırıyorum. Sonra yine tatlı.Bu kısır döngüden çıkamıyorum. Dopdolu bir dolma tabağı önümdeyken, yanımda yufkaya, patates salatası sarmış ,yemekte olan Bahar’ın yemeğini istiyorum. Annem bana profitrol koymadı diye ağlayacak gibi oluyorum. Neyse ki Kürşad’ın aldığı kocaman starbucks termosum var, ona su doldurup doldurup içtikçe kendimce faydalı bir şey yaptım diye seviniyorum.

Dün gece


9 da yatıp 5 te uyanarak yine bir rekor kırdım. Uyanıp tekrar uykuya daldım en az 5 kere. Ve en uzun metrajlı rüyalarımdan birini gördüm. Kaldığım yerden devam ettim her seferinde. Rüyamdan bir kare: üzerimde siyah bir gece elbisesi, bir market arabasının içinde, ilerlediğim yöne sırtımı dönmüş bir şekilde oturuyorum, elimde pembe bir şemsiye, market arabası yavaşladıkça şemsiyeyle yerden hız alarak arabayı ilerletiyorum, bu arada gökyüzü simsiyah ve ay anormal bir parlaklıkta parlıyor. Öyle ki, şemsiyemi açıyorum.

Şu an


Dilime dolanan şarkı:There is nothing in the rain like ŞAN SAN DO (böyle bir reklam mı vardı, ne derdi, nasıl yazılırdı bilemedim)

20 Ekim 2008 Pazartesi

Hiçbirşeyler

Canım hiçbir şey yemek,
Hiçbir işi yapmak,
Hiçbir şarkıyı dinlemek,
Hiçbir dizi/filmi seyretmek,
Hiçbir insanı görmek,
Hiçbir kitabı okumak,
Hiçbir şey söylemek istemiyor.
Bitti.
akrostiş:chhhhhhb

17 Ekim 2008 Cuma

Heyecan

Okulumu değiştirmiştim. Yaş 13. Çok huysuz ve de mutsuzdum. Okulu ilk günü bahçede hiç tanımadığım insanlarla kalakalmıştım. Derken tören bitti. Şimdi Çankaya Belediyesi olan okulumuzun merdivenlerinden çıkarken güleyüzlü, uzun siyah saçlı, çekik gözlü bir kız bana “aa sen de mi yeni geldin? ben dee” diyerek koluma girdi. Sonra pınımm oldu. Birlikte yaptıklarımız, yaşadıklarımız da roman oldu. Yarın nişanlanıyor. Ve ben sabah uyandığımdan beri çok heyecanlıyım. Gelişmeleri aktarırım. Öperim.
Birlikte atan iki küçük yürek.. lalala lalalalla:))

15 Ekim 2008 Çarşamba

İpsiz Uçurtma

Sadece vapura binmek bile o kadar büyük bir eğlence ki benim için.. O yüzden İstanbul’a ilişkin mutluluk veren anlarımı yazmaya kalksam abartı bulursunuz.Ha bir de gökyüzü masmaviyse, güneş parıl parıl parlıyorsa tepenizde, yani hava benim tabirimle “ limonata” kıvamındaysa anlatmaya doyamayabilirim. O yüzden kahvaltımı, çılgın duruşmamı, gördüğüm her güzel şeyi, tüm yaptıklarımı anlatmayım, siz de bayılmayın.

Vaktiniz çok mu az.? Kadıköy’den Beşiktaşa gidin. Arkadaşınız vapurdaysa ve ona yetişemediyseniz, onu göremeseniz de vapura el sallayın, sinir yapmayın. Vapuru beklerken kitap okuyun, deniz kenarında sanki tiryaki gibi çay için.
Yandaki yaşlı teyzelerin dediklerine kulak kabartın. İpsiz uçurtma diyen bir teyzenin bu lafını çok sevin, defterinize not edin, kendinizi ipsiz bir uçurtmaya benzetin, nereye çekerse rüzgar, o yöne gidin. Vapurdan iner inmez sizi karşılayan, denize baka baka yemek yeme fikrini öne süren, hafta içi görüşebildiğiniz için deli gibi sevinebileceğiniz Neyir adında bir arkadaşınız olsun. İki yıldan sonra hafta sonları dışında bir gün onunla görüşmenin tadına varın. Tabii birde İstanbul’un herşeyini sizin kadar seven bir anneyle paylaşın bu anları, ona sahip olduğunuz için ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün, bu aşk belki genetiktir diye geçirin içinizden.

Kadıköy Çarşısındaki Baylana gidin, Kup Griye’nin (benim favorim) tadına bakın, adisababa ya da rokokoyu da deneyin. Sonra çıkın Beyaz Fırından canınızın çektiği herhangi bir şey alın. Şampiyon da midye tava yiyin. Yemekten patlayın. Kadıköy çarşısında yürürken her şeye bakan, kedilerinin, sokaklarının, daha güzel olduğuna inandığınız bir İstanbul delisine dönüşün. Bunları yaparken de beni düşünün.

13 Ekim 2008 Pazartesi

telefonun telleri...

Otobüste , dolmuşta hiç durmadan telefonla konuşabilen birisi mutlaka gelir yanıma oturur. Bugün de gelenek bozulmadı. Hangi mağazada çalıştığını anlayamadığım değerli bir hanımefendi geldi yanıma oturdu. Oturur oturmaz da ilk işi telefonunu eline almak oldu. Birini aramadı ama çaldırdı. Karşıdaki de bir panter edasıyla onu geri aradı. Derken hiçbir manası olmayan, ben otobüsten inerken 40 dakikayı bulmuş, o konuşma, benim "pardon" demem ve değerli hanımefendinin yerinden kalkması ile ufak bir sekteye uğrayıp kaldığı yerden devam etti. O anda telefonun ucundaki Fatih Bey ( e ismini de öğrendik) “ALOO ALOO” diye öyle bir bağırıyordu ki biz kendisini beş saniye sevgilisinin sesinin duymadan yaşayamayan bir ayı sandık .

Şimdi birisi kalksın bana iki insan bu kadar saat ne konuşur anlatsın? Ayrı düşmüşlerdir gibi manasız açıklamalar istemiyorum çünkü aynı işyerinde çalışıyorlar. Benim aklıma gelen tek açıklama çok telefonla konuşmaktan ufacık kalan beyinleri neticesinde bilinçleri kapalı, zekaları eksi beş. Konuştukları meselenin özeti ise: bu kızcağız işyerindeki kimse onların çıktığını bilsin istemiyor. Ama Funda Alple, Zeynep Ferhatla çıkıyor, ki bu da işyerinden sevgili edinmenin yasak olmadığını gösteriyor. Ama bunlar muammalı bir gizleme çabalarında. Hatta kız aniden “bak aklıma süper bir fikir geldi, sen yarın , aa kim çıkarıyo bu lafları zaten o kızın çıktığı da varmış bak zor durumda kalıyoruuum gibi bişi dee" diyo. Telefonun diğer ucundaki arkadaş durumdan biraz işkilleniyor ki kız “ay aşkııııııım mahsuscuktaaaaan” diyerek beni benden alıyor. Ama bu arada içim içimi yiyor kıza “ya bi saniye, sen aslında başka birine yazılıyorsun, kısmetinde kapanmasın diye bu çocukla göğsünü gere gere sevgiliyiz diyemiyorsun dimiiii, nolur bana söle nooooolur” diyesim geliyor ama yapamıyorum, zira bugünlerde çok şey var dilimin ucunda ama söyleyemiyorum. Tatlı tatlı başlayan muhabbetleri “şimdi ben seni seviyorum, sen beni, biz böle birbirimizi severken başka birisi beni sevse ben de onu sevsem olur muuuuuu, sen onu mu diyorsun şimdiiii” gibi manasız bir tartışmayla hafiften çatırdıyor. Beni de bir uyku alıyor, trafikte çok tıkanık. Ancak bu manasız çift uykumu da bölüyor, otobüste uyuklarken rüyamda bir yarışmadalar, o yarışmada erkeğe sorulan soruda “en sevdiğiniz çiçeğin adını sevgilinize verin, hangisi söyleyin”. Böyle denince çocuk mırın kırın ediyor, kız “yazıklar olsuuun” diyerek çat diye beyaz bir kapıyı kapatıyor ki ben uyanıyorum, rüyamda, konuştukları kadar manasız.
Neticede buradan toplumsal bir soruna parmak basmam gerekiyor vesevgililere sesleniyorum: Manalı sayılabilecek konularda zaman zaman sonuna kadar kavga edin, tartışın ama birbirinizi ses duymak, hatır sormak için arayın!!!!Çok konuşan çift, çok anlaşan çift değil arkadaşlar, yani bir yerden sonra öyle bir zırvalanıyor ki, dinletsem bırakın sevgilinizi kendinizi terk etmek istersiniz, yapamazsınız, daralırsınız, hepinizi deşifre ederim buradan, biraz sessizlik lütfeeeen!!!

9 Ekim 2008 Perşembe

Not Defrerimden...

Birşeye inanmadıkça, kaybettikçe içindeki o duyguyu önce önünü alamadığın bir atılganlıkla üzerine gidiyorsun sorguladığının.

Ama sonra bu yoğun "inanma" çabalarını bir kenara atıp, o artık bir anlamı olmayandan uzaklara fırlatıyorsun kendini. Savrulmanın hızıyla da çarpıyorsun duvarlara.

6 Ekim 2008 Pazartesi

Moda


Şimdiiiiiii Sayın Okur;

Ben bazı deli manyak günlerim de:

1-)Sürekli alışveriş yaparım(Zira param bitene kadar parasız kalabileceğimi düşünmem)

2-)Sürekli konuşurum(O huyumdan en çok Bahar çeker ancak kimi zaman bu enerjimi iş hayatıma yöneltir, konuşmaktan hoşlanmadığım müvekkilleri, kurumları v.b. yerleri arar, enerjimi olumlu yönlendiririm)

3-)Hiç durmadan dolabımdaki kıyafetleri giyer, çıkarır, fırlatır, annemin ayak seslerini duyunca herşeyi tıkar, sonra da onları tekrar askılarına asar, ütüler, sınıflandırırım. Odam adeta bir sosyete pazarı, mng outlet olur böyle günlerde. Ha birde yaptığım kombinasyonları sürekli Bahar’a gösterir,tepkisini ölçerim. Arada da olur olmaz şeyler giyer Bahar’ın doğru fikir verip vermediğini de denetlerim.

4-)Bunun dışındaki manyaklıklarımı bir başka yazımızda mevzu bahis edeceğim.

Her neyse mesele şu ki ben bugün de 3. madde de betimlediğimiz halet-i ruhiye içindeyim. İş kıyafetleri turundayım. Olur olmaz her türlü kombinasyonu denedikten sonra yine Bahar’ın odasında alıyorum soluğu.

Ne tesadüftür ki o da bir moda blogu okuyor o anda.

Şimdi orda diyor ki:

Pilili etek: Geçtiğimiz kış podyumlarda pili fırtınası esmişti. Bu sezon pili yerini drapeye bırakmış gibi görünüyor.


(Soru:Benim üstümde ne var? Cevap:Siyah pilili etek.)

Yeni sezonun ruhuyla kıyaslandığında fazla çocuksu kalabileceğini düşündüğümüz için puantiye desenli kıyafetler de rafa kaldırılmalı.


(Soru:Benim üstümde ne var? Cevap:Siyah beyaz puanlı yağmurluk.)

Tek tük leopar desenli elbisenin dışında hayvan baskıları bu sezon podyumlarda kendine yer bulamadı.


(Soru:Benim üstümde ne var? Cevap: Beyaz gömlek üstüne leopar desenli süveter/sanırım 1 liraya falan almıştım mng outlet’den/panik yapmayın)

Moda, artık küçük kız çocukları gibi görünen kadınlar istemiyor. Modanın kutsal kitabı Vogue’a göre, bu sezon kadınlar ya sade ve güçlü ya da olgun ve vakur görünmeli.


Tamam bu soru çok zor değil, sizce nasıl görünüyorum? Evet Liseliii vardı ya ah o liselii şarkısını söyler gibisiniz.

Ve adeta bir kabus gibi Bahar’ın okuduğu her satır benim üstümle eşleşiyor. Çığlıklar atarak kaçmadan önce blogun son paragrafına da kulak kabartıyorum.Diyor ki;


Midi boy etek: Bu etekle çok hanım hanımcık veya seksi sekreter gibi görünmek sizin elinizde. Kloş midi boy etek ağırbaşlı bir şıklığın habercisi olurken diz altında biten kalem etek etrafa seksapel yayar.


Ben bu tavsiyeye uyuyor midi boy eteğim, güzel kesimli beyaz gömleğim ve topuklu ayakkabılarımla vakur ve cool cool salınmakta karar kılıyorum.

Ben bu blogu çok sevdim. Artık hep okurum.


Dip Not: Bugünden itibaren alışveriş orucuna girmiş bulunmaktayım. Siz değerli okuyucularımdan da destek bekliyorum. Aldığım her parça için bir okuyucum beni bir ay okumamakla cezalandırsın. Ben bir ürün aldığımı deklare eder etmez bana mesaj atan ilk okuyucum bir ay beni okumayacağını beyan etsin ve ismi blogumdan duyrulsun ki diğer okuyucularım okumaya devam etsin. Yalnız şöyle de bir durum var ki; üç parça almam halimde tüm okuyucularımı kaybedeceğim. Didem, Candan ve Yudum burdan size sesleniyorum:)


Dip dip not: Burada okuyucu kelimesi bloguma tıklayan şahıslar için değil, beni okumayı bir alışkanlık haline getirmiş, her gün ne yazdığımı merak eden değerli şahsiyetler için kullanılmıştır.
Dip dip dip not: Siyah üzerine beyaz puanlı yağmurluğumun kollarındaki fiyonkları ve bebe yakasını görseniz bayılırdınız. Şimdilik ondan vazgeçemem. Saçları ile korkunç göründüğü bir fotosu ile arz- endam ettiği All dergisinde yağmurluğumun alınmasını salık veren Burcu Esmersoyla aynı zevki paylaşmaktan da şeref duyarım.

Ottobre


Ekim ayı sanki takvimde yok gibi benim için.
Mehmet’in İtalya’dan getirdiği Venezia fotoğraflarıyla süslü takvimimde bu aya ilişkin fotoğraf Piazza San Marco Meydanı’ndan. Normalde insanlarla, kuşlarla dolu meydan bomboş görüntülenmiş takvimde.. Yandaki fotoğraftan bile daha boş sanki, daha bir gri, soğuk.. Ekim de benim için öyle herhalde.. Sanki kimse doğmamış o ayda, kimse gelmemiş, gitmemiş hayatımdan, eylülden kasıma geçiyoruz sanki her sene.. Nisan da biraz böyledir benim için, belki biraz şubat.. Her mevsime 3 ay fazla geliyor bana demek ki:)

5 Ekim 2008 Pazar

Pencereki Kadın




  • Cumayı Cumartesi gibi yaşadık.. Cumartesi günü de Pazar olmadığından tadını çıkarabildik böylece..


  • Cumartesiyi Kavak Yelleri var diye evde hiç ettik. Bir nevi Pazar gibi yaşadık.


  • Cumartesi akşam alışveriş merkezleri gezimizden dönerken Bahar'a "acaba yarını pazar gibi yaşamamak için Nada'ya mı gitsek sabah" dedim, o da "değişiklik istiyorsan illa erken kalkalım" dedi.


  • Dali'nin sergisinde penceredeki kadın da varmış. Ben o resimdeki kadınım. Bahar söyledi şimdi, çok sevindim. Bizim minik Zeynep de o resmi ilk gördüğünde "Anneeem" demişti. Hepimiz penceredeki kadınlarız aslında.


  • Babam biraz önce Bahar'ın kahküllerini kesti. Fena da olmadı hani.


  • Biz birazdan kendimizi sokaklara atacağız. Baharla Ankara'da yaşamanın İstanbul'dan daha pahalı olduğuna karar verdik. Zira bu şehirde sadece alışveriş yapılabiliyor. Taman fazla uçuk bir fikir belki. Ama biz İstanbul'da doğal güzelliklere ve sanatsal aktivitelere yönelerek alışverişle daha az ilgileneceğimizi iddia ediyoruz.


  • Biraz önce deli gibi Pinhani'nin bir şarkısını ararken, winampte aniden çalmaya başlaması işte hayatı güzel yapan.


  • Fikir uçuşması yaşadığım günlerde böyle maddelemeler yapılabilir.


  • Yarın uzun bir aradan sonra başlayan iş hayatımı, kırtasiyeden aldığım defter, ataç, kalem v.b. ile daha hafif atlatabilme şansım olduğunu umud ediyorum.

İçimde bir şey var bu akşam


Beyazlar karardı bir anda


Sen orda benim çok dışımda


Uzaklar çoğaldı bir anda.

4 Ekim 2008 Cumartesi

İyi ki doğdun..

Değerli blogger Arda'nın doğum gününü en içten dileklerimle kutluyorum:)
Ben her gün o yeni bir şey yazmış mı diye bloguna tıklamayı, yeni bir yazı görebilme ihtimalini sevdim:)Nice yıllara ArdacıM:)

2 Ekim 2008 Perşembe

Bir garip haller içinde..

Üzerinde "Today is the tomorrow you worried about yesterday" yazan bir bardak vardı bizde.(Hoş hala var) Küçükken bu bardak bana göre geleceğin önemimi, geçmişin geçmişliğini vurgulardı. Ama akşamın bu saatinde niyeyse bugün gerçekten de yarın mı diye takılıp kaldım. Şimdi de geçmişi yaşamak kadar, yine şimdiyi kaçırıp, o an yerine geleceği yaşamak da tehlikeli bişi mi acaba?Bir şeyi olacağı günden önce yaşamak ne kazandırır ki insana?







Yol arkadaşım gördün mü duydun mu bitenleri

kıskanıyor insan bazen basıp gidenleri

yalnız aşmışız iyice üstelikte alışmışız

hiç beklentimiz kalmamış dosttan bile




ben sana küsüm aslında, haberin yok

koyup gittiğin yerde kötülük çok

kime kızayım, nazım senden başka kime geçer

benim sensiz kolum bacağım,ocağım yok