7 Şubat 2011 Pazartesi

biutiful üzerine.

Alejandro Gonzalez İnarritu’nun tokatlarına Babel’den, Amores Perros’dan alışıktık. Biutiful’a giderken de hazırlıklıydık aslında çökmeye. Ama yine de bir Cuma akşamı, o kadar çok sahnede doldu ki gözlerim, ki Kürşad delisi, her burnumu çekişimde, afyonunu yüzüme tutmak suretiyle, “ağlıyor musuuuun” çıkışlarıyla beni benden alsa da, kendisi de filmin sonunda benimle birlikte gözyaşlarını tutamamış, “Merve film ağzımıza …”repliğiyle de ruh halimizi özetlemiştir.

Filme dönecek olursak, ben içimi sıkan, beni korkutan ya da gereğinden fazla geren bir filmi izlerken, kendimi “aman canım film neticesinde” diyerek rahatlatabilirken, İnarritu’nun filmlerinde, izlediğimin gerçek olmadığına kendimi bir türlü ikna edemiyorum.

Film beni sadece üzdü, canımı acıttı vs. de diyemem, çünkü filmde mutfaklarının kokusunu duydum, bir ölünün soğukluğunu hissettim yani sadece görmedim, duymadım diyebilirim.

Barcelona benim sokaklarına vurulduğum Barcelona değil, Javier Bardem ise Barcelona Barcelona’daki o çekici adam değil.

İnarritu görünce kafamızı çevirdiğimiz sokaktaki o adamın evine götürüyor bizi, yurt dışı gezilerinde sokakta ısrarlarından bunaldığımız, “tehlikeli adam” muamelesi yaptığımız Senegalli adamın çocuğuyla, karısıyla tanıştırıyor, “çin malı”nın sahne arkasını gösteriyor. O narin(!) kalplerimizi burkan bütün acı gerçekleri, tokat gibi yüzümüze çarpıyor, ama bunu nasıl yaptığına, özellikle “yok artık daha neler” dedirtmeden nasıl yaptırdığına dair sırrı da nedir çözebilsem ben de böyle film yapardım.

Hiç yorum yok: