Digiturk’de Elma diye bir kanal, bu kanalda da Elma Günü diye bir program vardı. –Di’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü bizde artık digiturk yok ve dolayısıyla bu kanalın ve programın akıbeti hakkında herhangi bir fikrimde yok. Peki ne yaparlardı bu Elma Günü’nde? Şarkıcı, dizi oyuncusu, manken v.s gibi tanınmış bir şahsiyet sabah gözlerini açtığı andan, akşam evine dönene kadar izlenir, o bir gün boyunca neler yapar gözlemlenir, Mtv de mevcut benzeri bir programın özentisi olunur ve program neticelenirdi. Şimdi bugün birden aklıma geldi bu program ve ben kendi Elma Günümü düşündüm, çok vahim buldum. Yataktan kalkıyorum, ama bu programdaki bir çok arkadaş gibi makyajımla uyanmıyorum, hani olsa olsa bir gece önceden üşenmiş, rimelimi silmemişimdir, oda bende hafif satanist bir ifade çağrıştırıyor olabilir, kimse korkmasın. Derken ne giyeceğim kısmına geçiyorum, bugün duruşmam yok, bu da kot giyebilirim demek oluyor. Yaşasın! Dolabı açıp hızlı bir karar veriyorum, dedemin çok sevdiği, yeşil üzerine beyaz puanlı bluzumda karar kılıyorum. Bu ara her gün aynı kotu giyiyorum ben, hani bir değişiklik yapsam fena olmaz. Gülsima ve Bahar Top Shop Ankara’da yokken ve biz İstanbul’da iken çok güzel bir kot almışlar, ben bedenim olan 26 bana bol, 25 ise dar olmasına rağmen, “kottur esner aman aman al, kaçırma” gazları ile o minnacık şeyi almıştım. Bugünlerde biraz zayıfladım sanki, “belki bugün çok sıkmaz beni, e hadi onu giyeyim bari” diyor ve ütüye geçiyorum. Evet ben sabahları akşamdan yapılacak bir çok şeyi yapıyor, güne bir nevi tersten başlıyorum.(bknz:ütü yapmak, makyaj temizlemek gibi)Benim bu Elma Günü’ne katılmış arkadaşlar gibi evden çıkıp kuaföre gitme lüksüm yok maalesef. Belki saat ben evden çıkıyor iken 6:30 olsaydı olabilirdi(hoş o saatte kuaförüm Bülent nerde uyanacak da nerde dükkanı açacak) ama saat 8:30’u gösterdi mi bu 9:00 da işte olabilmem için son alarmdır. “Zaten saçlarım dünden kalma fönlü beni idare eder, makyajı da sora yaparım, e güneş gözlüklerimi takayım da kimse benden korkmasın” diyerek atıyorum kendimi sokaklara. İşe vardıktan sonra çok değişik bir şey yok. Masa işlerim konusunda bir verim sağlayamamam neticesinde, kendimi dışarı işlerine adama kararı alıyorum. “Eee oda iş ne yaparsın” nidalarıyla yine sokaklarda buluyorum kendimi.Çok da iddialıyım hani, önce bize yakın bir müvekkilimizin şirketine, oradan defterdarlığa ve sonra da adliyeye gidilecek! Rotamız belli ancak çekimimize yayan olarak devam ediyoruz zira benim yine bu elma günü’ne katılan arkadaşlar gibi son model bir jeepim yok henüz. (Henüz diyorum dikkatinizi çekiyorum, çünkü kapının önündeki o Land Rover’ı her sabah, her akşam istiyorum, ama şehir içinde jeep kullanılmasını biraz kroo bulduğumdan, e birde fiyatından ötürü kararsız kalıyorum) İşyerimize gelirken, geçerken geçtiğimiz nadide parkımızda ilerlerken, rüzgarın etkisiyle havuzdan sıçrayan sudan (ya da su damlacıklarından), kafama kovayla su boşaltıyorlarmış edasıyla kaçıyor, vatandaşlarımızı şaşırtıyorum. İçimden onlara “şaşırın bakalım şaşkınlar, her sabah, her akşam siz de kuytulardan o havuza işeyenleri görseydiniz bunun bir sus, süs havuzu değil, çiş havuzu olduğunu bilirdiniz” diyor, yoluma devam ediyorum. Müvekkilimiz olan şirkete gitmek için izlediğim güzergahta tabiî ki üst geçitleri kullanıyor, bunu yapmayan, arabaların önüne atlayarak trafiği tıkayan deli vatandaşlarımızı şiddetle kınıyor ve şu an onlara bir araba çarpsa alacakları kusur oranında bir tahminde bulunuyor ama sesimi çıkartmıyorum. Kınama işlemimi burada sonlandırmıyorum elbette. Bu ara etrafta gözüme çarpan 50 yaş ve üzeri anormal yanmış, güzel elbiseler, hoş etekler ve dolgu topuk ayakkabıları ile yanık tenlerini sergileyen memur teyzeler de nasibini alıyor içsel serzenişimden. Onları da kınıyorum. Ben bile 10 yaşımdan beri iflah olmaz bir taneroksiya (bronzlaşma bağımlısı) olmama rağmen aynı zamanda yaşlanma fobisine de sahip olduğumdan bıraktım bu güneşlenme işlerini. “Ey teyzeler siz korkmaz mısınız kırışmaktan” diyorum, neyse ki yine sesim duyulmuyor. Sonra karşıdan karşıya geçmek üzere ışıkta beklerken(ben bu Elma Günü’ne katılarak Trafik konusunda çok doğru mesajlar verebilirdim) bir kız bir erkeğin buluşma anına şahit oluyorum. Ben bu anları kaçırmam, nedense iki insan karşılaştıklarında birbirlerini nasıl öpecekler?, sarılacaklar mı?, ne diyecekler gibi gözlemlerde bulunur, o çiftin yeni mi çıkmaya başladığı, sevgili olup olmadıkları , birinin diğerini bekletmesine kızıp kızmadığı gibi tahminlerde bulunmaya çalışırım. Bunu da neden yaparım bilmem. Ama yine yapıyorum. Hatta ışık yanıyor bana ama dönüp yine bakıyorum. Pek malzeme çıkmayınca onlardan yürüyüp geçiyorum.Geçerken evimize giden otobüsü görüyor ve ona binip eve gitmek için dayanılmaz bir istek duyuyor ama yapamıyorum. O sırada bir ambulansa bindirilen adam dikkatimi çekiyor. Olduğum yerde donup kalıyorum.( Ambulans olayına, sesine, anına ilişkin geçen seneden kalma , geliştirdiğim hassasiyetim hala baki )Sonrasında sallana sallana şirketimize ulaşıyorum, bu sefer o Ninja kaplumbağ’daki beyin gibi takılan, zaman zaman görünmeyen, sadece sesi duyulan adamla değil de, sıcakkanlı Ümmet Bey’le işimi halletmiş olmanın verdiği keyifle yine bir diğer rotama dönüyorum. Ama hangi işime devam etsem diye kararsız kalınca saate bakıyor ve öğle tatili vaktinin geldiğini fark ediyorum.( Zaten bunu her adım başı rastladığım adliye personeli nedeniyle de anlamam gerekirdi) Öğle tatilini gümüşçü dükkanımızda (buradan daha sonra bahsedeceğim) geçirip, birde çok güzel bir alyans satıyorum tatlı bir bayana. Ve ver elini defterdarlık, bu binaya doğru yürürken eski şeyleri ve ulusu sevdiğimi düşünüyorum. Neden bu eski binaların üzerine hangi dönemde kim tarafından yapıldığını yazmamışlar diye kızıyorum, en çok da Ulus Ankara Şubesi İş Bankasını, birde 362 yılında Roma imparatorun şehri ziyareti onuruna dikilen Julian Anıtı’nı seviyorum. Ama o anıta hep korkarak bakıyorum çünkü zaman zaman üzerinde oturan bir leylek görmek mümkün ve ben uçan leyleğin uğuruna inandığım kadar oturandan da çekiniyorum. Keşke ben de gittiğim her yere ziyaretim onuruna bir iz bırakabilsem diyorum. (hadi o imparator olduğundan öyle egosu şişkin bir şahsiyet de bana ne oluyor ki?) Son durağımız adliye, orası o kadar tatlı bir yer ki bir Elma Günü’ne sığmaz maceralar, anılar barındırır içinde, o yüzden üzerinde durmuyorum. Sadece postaneden bahsedecek olursam dedikodular düne göre aynı, “o şişman memur köpeğini nasıl da bir milyara ameliyat ettirmişmiş”, “amanda o kadar maaşı bile yokmuş”, “köpeğin kılıymış, armudun çöpüymüş” diye bıraktığım yedeydi onlar.. Ofisime dönüyorum yorgun, argın. Benim Elma Günüm burada bitsin bence. Çünkü hayatım pek sıkıcı. Elma Günü’nde de yapacak pek bir şeyleri olmayan manken v.b. arkadaşlarımız muhtemelen diyette olduklarından yemek de yiyemezler,(ben bugün oruçtum) program boş geçmesin diye de bir parka giderler, fonda alakasız bir şarkı salıncakta sallanır, iki salınır bir nev’i klip çekerlerdi. Ben işten güçten klip çekemedim ama siz isterseniz hayalinizde beni Abdi İpekçi parkında, İbrahim Ferer-Silencio eşliğinde bir o yana bir bu yana koşturabilirsiniz. Öperim.(Aslında ben bu Elma Günü’nü duruşmam olan, farklı yerlerde yemek yediğim, gece hayatına aktığım bir gün çeksem daha havalı olurdu ama neyse siz yabancı değilsiniz)